DOLAR

32,5445$% 0.08

EURO

35,2193% 0.26

GRAM ALTIN

2.467,66%0,19

ÇEYREK ALTIN

4.006,00%0,12

TAM ALTIN

16.052,00%0,14

ONS

2.358,62%0,12

BİST100

10.682,15%2,26

Öğle Vakti a 13:13
Bursa HAFİF YAĞMUR 24°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a

Bu İlkbahar, Bu Yaz

ad826x90

‘O Sonbahar, O Kış’ büyük hüzünlerin içinden süzüldü geldi. Yaşlı bir adamın, genç bir muharririn, her yaştan okuruna teselli hikayesi diyelim isterseniz bu kitabın bir diğer ismine. İkramiye de diyebilirdik. Nereden bakarsanız bakın bir sınıf kavgasının izdüşümü bu hikayeler. Hatta ezilen sınıflardan insanların, “Kürtler de dahil”, hikayesi diyelim. St Pauli taraftarı gibi yıldız yumruklu flamalarımızı alalım, el yükseltelim zira Kürtler’i dışlamanın, dışarı çıkarmanın heveslisi çok fazla kişi var bizim diyarlarda. Geçmiş de olsa bu bayram ikramiyesi, haliyle bir sevinç doğurdu yoksul konutlarımızda. İlhami Aras’ın kalp krizinden öldüğü, Celal Başlangıç’ın etli, etkili, görmüş geçirmiş, çok hikayeli güzel yüzünün gözümüzün önünde bir sonbahar ağacı gibi kabuk döküp en son sürgünle son bulduğu günlerde geldi… Yetmedi, Kobanê Davası’ndan cezalar yağdırdılar ‘O Sonbahar, O Kış’ öyküsünün beşerlerine. Mardin’den Diyarbakır’a uzun uzun yerler yandı. Hayvanlar, insanlar kavruldu, kül oldu. Celal Başlangıç, bir sirk cambazının oğluydu. Çocukluğu yaban ellerde, Avrupalar’da sirklerde geçmiş. Ulus Baker, “Hüzün geriye kalandır, biraz blues dinleyin benim için,” demişti. Bugün çoğumuzun vasiyet gibi de algıladığı en etkili fragmanlarından birinde. Bir haber cambazıydı Celal Başlangıç. Derler ki, evinde birkaç televizyon kanalı birden açık olur, daima haber kovalarmış. Nefes nefese bir ömür… Ragıp Duran gibi, hayatının şahit olduğumuz kısmını, basını kritik etmeye adamış biri bile bu duruma söylenirmiş artık. Bir gün Duran’a uyup haber kanallarını kapamış, korku sineması izlemeye başlamışlar. Celal Bey bu zulme daha fazla dayanamamış, haberlerin daha korkunç olduğunu söylemiş; sinemaya devam etmelerinin ne anlamı varmış ki. Hayat işte, Başlangıç ve eşi Ayşe Yıldırım’ın böyle de çılgınca bir merakı varmış dünya hallerine. Hüzün için ne söylenebilir? Kahkahalarımızın bile ateşi elemdir birden fazla zaman. Kös kös oturmaktan, gemileri batırmaktan, batıkları karaya çekememekten yorulur ve uzun uzun güleriz. Bir rahatlık gelir, hafifleriz. Hiç o denli bir türlü ölememiş yaşlı şairlerin (ölümsüzlük başka, çok başka) Yılmaz Erdoğan’dan hallice, güzel görünmeye çalışan şiirlerine sığınamayacağım elem bahsinde. Elif Şafak’ı bu bahse konu şiirler bile üzmüş olabilir. Şafak, bütün hüzünleri bakışlarına yüklenmiş, en mağdur, gözleri en yağmur yağmur ağlayan güzel benim sanıp, fotoğraflar verip duruyor malum. Doğal sağlık önemli, kederli görünsün ama canı da sağ olsun. Bunları geçelim de, Başlangıç’ın ardından o sirkler, o çocukluklar aranacaksa, izi sürülecekse, ilaç niyetine Fellini, Visconti sinemaları izlenebilir, Kamil Bey’in hikayelerine bakılabilir, buraya gelelim asıl. Sadece gazetecilik mi? Edebiyat ve sinema da uğrağı, yurduydu onun. Radikal gazetesindeki, birden fazla öykücüyü hasedinden çıldırtacak, hikaye ile röportaj arası yazılarını unutmadık. Margosyan’ın ‘Gâvur Mahallesi’ni ilk görenlerden, üstüne yazı yazanlardan biri olduğunu da hatırda tutalım. Şimdi gazetecileri bırak, edebiyatçılar bile özgün bir yazarı görmekten aciz. İrtifa kaybı korkunç, can yakıcı. Bu uzun girişin ardından, ölenlere rahmet dileyelim, kalanlara sevelim sevmeyelim iyilik dileriz…

‘O SONBAHAR, O KIŞ’
‘O Sonbahar, O Kış’ üzerine ne söylenebilir, çok bilmiyorum, bu yazı bir yaklaşma çabası olsun olacaksa. Kâmil Bey’in daha ilk kitaptan, ta ‘Yağmur’ ve ‘Kiracı’ hikayelerinden beri gölgesine sığınan okuru bu kavruk yaz günü şüphesiz ‘O Sonbahar, O Kış’ı da ıskalamaz. Kimi sever, kimi anlar, kimi anlamaz. Bunlar başa gelir ve gelesi de sürprizlerdir bu ve gibisi seyahatlerde. Her müellifin “İyi başladı kusursuz devam ediyor”, “İyi başladı ama başlangıç bir başkaydı” diyen okurları olur. Benim de şiirini geç anlayıp anısı karşısında ziyadesiyle mahcup olduğum Behçet Necatigil ‘Açık’ şiirinde “Yani ne mi diyorum, çok kurak tarla/Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları” dememiş miydi? Beni böyle nakavt etti Necatigil’in şiiri, ne yani bu satırların okuru hiç mi nakavt edilemez? Büyük konuşmayalım bence. Kamil Erdem’in dört derlemesini de okumuş oldum. Birincisini KHK ile işinden edilen hocamız Zeliha Etöz yollamıştı uzaklardaki bana. Şimdilerde yeni romanını yazdığı söylenen Mehtap Ceyran’ın (bunu biraz da hırslandırmak için söylüyorum) devamını getiremediği ilk kitabı ‘Mevsim Yas’ ile birlikte, bir gün bir baktım posta kutumda iki kitap birden var. Ne güzel sürpriz. Diğer iki kitabı, Erdem’in yayıncısı Sel’in taşındığı hamam sokağında, hâlâ açık olan nadir Rum liselerinden Zoğrafyon’ın yanındaki kitapçıdan almıştım. ‘Şu Yağmur Bir Yağsaydı’ bende, ‘Kırık Bir Segâh’ ve ‘Yok Yolcu’ dostumuz Cumhur Adatepe’de ve güvende. Bilen bilir, bilmeyenler için not, kimsede bulamayacağınız cinsinin son örneği kitaplar, gurbetçi meskenlerinden çıkar daima. Biz saklarız. Biberyan ‘Karıncaların Günbatımı’nda, “Her şeyini kaybedeceksin, ama unutma ki anılarını kaybedemezsin. Onlar canına okuyacaklar” demişti. Doğru, kitabın kurdu da anıya dahildir; az can yakmaz, kitabı ve okurunu birlikte ısırır ama yine de çarçabuk söküp atamazsın. Bir şey bağlar. ‘Şu Yağmur Bir Yağsa’ ilk çıktığında, yayınevi web sayfasında, ismini sıklıkla andığım hikayeyi tadımlık vermişti. Pakrat Estukyan’ın ‘Hay Hikayeler’inden sonra, dumanı üstünde Rus edebiyatının buğusu olan ikinci çok güzel öyküydü bu. Kitabı merak ettiriyordu. Abdala malumdur, muharrirlerimizin her ikisi de sosyalisttir, ikisi de dünyaya açıktır. Muhtemelen hayatı okumaya Nazım ağabeyleriyle başlamışlardır hatta. “Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.” Hey bee! Gel de nizamın tekerine çomak sokma şimdi. Haliyle uzun süre, şimdilerde leş gibi yere yatmış, bir türlü ayaklanamayan dünyamızın koca kıçını kaldıracağını, yıkanıp paklanacağını, kurulanıp kendine geleceğini düşünmüşlerdir. İlk kitaplarda, özellikle Erdem’in kitabında, hayal kırıklıkları inceden inceye yer etmiştir. Ama hikayelerin çok tatlı da bir nostaljisi vardır. İsteğin evi şimdi yanmamıştır. Başakların yan yattığı bir kıra ulaşmak isteriz orada. Ve susmaz istekler, daha daha konuşurlar… Estukyan, Sovyet sonrası Ermenistan’ın bağımsızlığı, üstüne Gümrü, Spitak sarsıntısı, Karabağ Savaşı, ABD’ye göçmüş Ermeniler’in hikayeleri derken hayal kurmaya, hayal kırıklığına uğramaya zaman dahi bulamamış bir Ermeni sosyalistidir. Bir yerden adaş olduğumuz, bunun da beni çocuksu bir sevince gark ettiği Erdem’e göre. Birçok zaman halklarımızın öyküleri, istemesek de kaçsak da bizi yakalar. Estukyan’ı da yakalamış, yakasını bırakmamış. Ama o bu hikayeleri sadeleştirmeyi, tabir yerindeyse soğanın ağusunu almayı başarmış; göz yaşartmıyor yazdıkları. İki öykücüyü de okumak size bir şeyler katıyor. Estukyan, Agos’un Ermenice sayfalarının editörlüğünü yapmaya, orada Ermenice hikayeler yayımlamaya devam ediyor. Ama ‘Hay Hikâyeler’ de dahil, hikayelerine Türkçe erişemiyoruz şimdilik. Daha fazla hikayesinin yayımlanması, en azından iki öykücüyü karşılaştırmak açısından çok iyi olur. O Sonbahar O Kış, Kamil Erdem, 104 syf., Sel Yayıncılık, 2024. Erdem ikinci, üçüncü ve şimdi dördüncü kitabında daha farklı yollara girdi. Öykücülüğünü açtı, sergiledi. Dünyasını okurlarının daha yakından görmesini sağladı. Keşke anılarını da yazsa bu ortada. Büyük okur kalabalıkları gibi ben de anı okumayı çok severim. ‘Yağmur’da, bir nevi kimi Sovyet yahut İtalyan sinemalarındaki dostluk arkadaşlık hikayeleri gibi akan öykücülüğü dallandı budaklandı, ortadan geçen bu zamanda.

KIRILGAN İNSANLARIN KIRILGAN ÖYKÜLERİ
Kırık, kırılgan insanları sevmesek bile onların kırılgan hikayelerini okumayı dinlemeyi severiz. Kırılgan bir kadın sevgili, erkeğin demir yumruğu altında beli bükülmüş dünyamızda bir meseledir ama o afeti devran, o uzun ince bacaklı fıstık, o gür saçlı ceylan, güzel gözlü maşuk, hikayeye romana iyi sarfiyat yine de. (Bu benzetmelerle insan bir güzel dayak yiyebilir, güzeli mi biz biraz sakin olalım!) Bu hikayeler sayfaları şenlendirir. Okuru peşinden koşturur. Bir Günsel’iniz yoksa, ne kadar ‘Bir Gün Tek Başına’ yazarsanız yazın, okuru kesmez bu, nal toplarsınız. Ömer Kavur’un ilk dönem filmlerinden “Kırık Bir Aşk Hikâyesi”nin çok sefer yalnızca adı dolayısıyla izlendiğine şahidim. Olağan Kadir İnanır’ın orada gençliğinin yaprak dökümüne gelmiş aurasını da es geçmeyelim. İmajlar hepimizi ilgilendirir. Yürümeyi abi ablalarımızdan öğreniriz, adımlarımızı daima diğerlerine ihtimama bezene atar, sonra bakarız, madem güzel yürüyemiyoruz, rol modelimizi yıkarız o zaman da. ‘Karşılaşma’da Lale Mansur şimdi yüzünde o günlerin anısını taşıdığı anaç hoşluğuyla nasıl ilgi çekiyorsa bu sinemada de isim ve oyuncunun kendini göstermesi seyirciyi kavrıyordu. Bir salvo daha: Bilge Karasu’yu da okur olarak sevmeden önce fotoğraflarına bakar, hayran oluruz çoğumuz. Resmi açıktır, Karasu’yu çok iyi anlatır, metnine girmek kolay mı, bir küçük çaplı Karasu’yu yorumlama cemaatinin varlığından söz edebiliriz. Bu cemaatin birçok zaman hocanın söylediklerini tekrarladığını da peşinen kabul ederek bunu söylüyorum elbette. Genel kabul görmüş Karasu muharrirleri vardır, mescide alınmayan beynamaz muharrirler da vardır. Okurun bu cins soruları sorma hakkı vardır. Geçerken ben de soruyorum. Onu yoksay, bunu yoksay, sonra kültür hayatımız çok zayıf. Yemek yedirmiyorsunuz ondan mı sanki? Uyurkulak’ın ilk romanı ‘Tol’un “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi” giriş cümlesinin lisanlara pelesenk olduğunu da unutmuyoruz. Bunun ikili bir anlamı var: Devrim şimdi ihtimal değilse nostaljisi ihtilalcileri allar pullar güzelleştirir. Bir kültürel benzetme daha: Kürt böreğini tatlandıran pudra şekeridir. Sahiplenmek için kütleştirir birden fazla bu sade lezzeti. Ne Kürdü kardeşim, Kürt kim oluyor, o küt böreğidir küt! Sahi, “Ne güzel çocuklardık biz.” Değil miydik? Fiyakamızı bozarsa (mealen, 68’liler günahsızdı da babacım şu 78’liler bildiğin teröristti dememiş miydi? İlahi, komik bir hanımefendi doğrusu) Pınar Kür’e bozuluruz. “Akıllı olsun!” Uyurkulak’ın romanının üne kavuşmasında Doğan Hızlan’ın katkısı küçümsenemez değil mi? İhtilal ihtimali zayıfladıysa devrimcinin görünürlüğünden kimseye zarar gelmez. Romanın, Cumhuriyet tarihinde hiç bitmeyen en büyük trajedi(!)lerden birinde, tüm ailesiyle birlikte yaşamını yitiren devrimci işçi Cevdet Tosun’a ithaf edildiğini anımsıyorum. Bu ilkbahar, bu yaz, geçen sonbahar ve kış mevsimlerinin yasıyla ilerleyeceğiz demek. Bir soru da Doğan Hızlan’a soralım bu vesileyle. Faruk Bildirici topu taca atmadı. Direkt adrese teslim, Doğan Hızlan’ın Doğan grubunda sansür işlerine baktığını yazdı. Doğan Bey yok o denli bir şey demeyecek mi sanki? Ağır ithamlar bunlar ve ayrıca sükut ikrardan gelir denir. Burada sustuk. Madem buraya hikayelerden, romanlardan, filmlerden geldik, biraz da suskunluğumuz konuşsun. Bir başka yerden devam edelim, üstte uzunca patinaj yaptığımız bu gönül ve ömür kırgınlıklarından Erdem’de de çokça vardır. Ama onun kırılganlıklarının gayet hayati olduğunu unutmadan bunu söylemek gerekir. Haliyle okur bu deşifrasyonu, giderek hesaplaşmayı, yer yer sadece iç dökmeleri ilginç bulacaktı ve müellifin talihi döndü bu manada.

Bizim kırdan kente, kentten kıra kumpanyasından alırsak, “71 devrimci çıkışı” Erdem’lerden bahsediyoruz madem, Hamit Erdem’in ismini da zikredelim; bir kahvenin kırk yıllık hatırı tütsün burunlarımızda, hem de bu vesileyle daha evvelinden alalım öyküyü, dileyen ‘1920 Yılı ve Sol Muhalefet’, dileyen ‘Emek Tarihi Yazıları’ veya ‘Mizanü’l-Hukuk Gazetesi’ kitabıyla giriş yapsın ama bir şeyler yapsın işte… Cumhuriyet ve öncesi kümelerden alırsak, bir oldukça yıldır, epey insan çırpınmıştır bir şeyler yapmak için ama en sonunda, ömürlerinin bir döneminde, tüm bu hayatta kalan insanların kapıldıkları büyü aşınmıştır. Haliyle bunun anlatılması, bu süreçleri yaşayan yazar kadar, yoldan geçen okuru da çekiyor. Bu boşluk, boşunalık, tıkanmışlık, temel haklara dahi ulaşamamaktan alalım da tenhalarda unutulmaya, bu köhnelik ifade edilmeyi bekliyordu. Kamil Bey’de anlatıcısını bulan bu sessizlik oldu. Sözgelimi duvar yıkılana kadar sosyalist kalan, duvar yıkılır yıkılmaz sağa meyleden muharrirlerin hiçbiri bu hikayeleri yakalayamadılar. Hepimiz dünya edebiyatını, sinemasını severiz ama Türkiye’yi, Kürdistan’ı da görmek anlamak isteriz. Büyük çözülmeler Gevaş’ta nasıl yankılanıyor sanki?

DÜNYAYI DEĞİŞTİRME TUTKUSUNUN GÖLGESİNDE DİNLENMİŞ ÖYKÜLER
Calvino daha iyi bilir, şimdi ona da ayıp etmeyelim. Edersek de bizi bağışlasın ama bu ismine okur dediğimiz kitapkurdu birey böyle bir tiptir biraz, vaktinde en yakınlarınla konuşamadığın mahrem bahisleri, kimi zaman geçişen, ateşi sönmeye yüz tutan öfkeni, geride kalmış sevgilerini, beklentilerini, beklentisizliğini almak ister senden, kendinden bile gizlediğin özel bir parçanı açığa çıkarıp ona sunmazsan yüzüne bakmaz senin, ne olacak ki İtalya’da da, Türkiye’de de bir başka ülkede de genel geçer şeyleri bir değil beş on değil yüzlerce kişi yazıyordur esasen. Vilayetle yeni bir ses olacaksın, onun ufkunda yeni pencereler açacaksın ki sana dikkat etsin, yangınlara yüz tutmuş bu yaz gecesinde okuma alışkanlığını yeni yeni edinmiş genç kişi. Erdem’in ‘Kaçamak’ hikayesinden örnek vermek istiyorum, şöyle ki: “Bir senfoninin son kısmını dinliyor gibi bakmıştım Boğaz’a. Geceki toplantıyı da düşünmüştüm alışılmış. Önce gündem dışı olsun, Boğaz senfonisine karışmasın diye uğraş etmiş ama sonra, sınıf uğraşının katılığı ortada martı çığlıkları ile bölünse iyi gelir beşere, demiştim kendime. Yokluğun ve darlığın insanı eritip tükettiği ve bununla başa çıkabilmek için daima sıkışıklığın ve kalabalığın arasında çabalamak, didinmek, mümkün olana katlanmak zorunluluğu. Bir fabrikada ya da benim gibi, 70 kişinin çalıştığı, havasız ve çiğ floresan ışıklı bodrum katındaki bir trikotaj atölyesinde emekçiyseniz, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.”(1) Evet, ‘O Sonbahar, O Kış’ için çok şey söylenebilir. Söylenecektir de. Karşı siyasetin, dünyayı değiştirme tutkusunun gölgesinde dinlenmiş hikayeler bunlar. Bir çeşit hayal kırıklıkları derlemesi ama yarın yine dünyanın rengine kanacaklar için hikaye, fıkra hatta epigraflarla dolu bir kırgınlıklar kitabı da bu. Ciddiyetle, aşırı ciddiyetle, kasılarak kim ne iş yapıyorsa, ister buğday biçen bir tırpancı olsun bu, isterse traktör süren bir rençber veyahut fabrikada grev örgütlemeye çabalayan, sendikalı olup daha iyi koşullarda çalışmayı kafaya koymuş bir işçi, kim olursa olsun, bu hikayelerden çıkaracağı sonuç biraz da şu olur muhtemelen: Komik olmasak mı, dünyada gülünecek tonla şey varken gülsek gevşesek, müzik dinlesek, denizlere açılsak, fotoğraf bakınsak olacaktır tahminen de. Yenilgiyi yazmakta bir beis görmedim ben hiçbir zaman. Ne var yani vururlar ölürsünüz, öldüğünüzü kimden gizleyeceksiniz ayrıca. Her şey yazılmalı, görülmeli, üzerine düşünülmelidir. Niyetsiz eylem, vazife ve salahiyetler kanunu ve gibisi şeyler yoruyor olabilir çoğumuzu. Gönüllülüğü muhafazalı. Doğrusu bilmiyorum, bizler yeni bir hayatın acemileri miyiz, yoksa gittikçe eskiyen dünyamızın başının etini yiyen kurtlar mıyız, neyiz? Bu belirsizlik karşısında öfkeleniyorum da. Ama uzun bir sürecin her birimiz farklı maceralardan kopup gelen birer kesimiyiz. Düzgünü mi gelin, ne kendimizi çok abartalım ne de yok sayalım. Diğer yandan, mağlubiyet, yanılgı, varoluşun sorgusu insan soyunun zihninde her an dolaşır aslında. Bu kimine göre mikroptur, kimine göre vitamin.

Paradokslarımızla ne yapacağız kimse bilmez. Erdem şairlerle, öykücülerle konuşuyor. Yahya Kemal’i tekraren eleştiriyor. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen olmak da neyin nesi? Vüs’at O. Bener’i, Sevim Burak’ı anıyor. Hikayelerini Füruzan’a yaklaştırmaktan da çekinmiyor. Sınıf cinayetlerine değiniyor, sınıf hikayelerine. Yaşlı karı kocanın yalnızlığına, uzaklara giden çocuklarına, haberleşmelere, beslenmelere ve daha nelere nelere… Her okuma son derece şahsidir. Bazen zaman kısıtı nedeniyle de farklılaşır. Çalışılacak, yetiştirilecek çok iş vardır; bu hikayelerin insanları gibi, onları okuyan kişi de kira ödüyordur: Elektrik, gaz faturası ve dahası. Yetişemiyordur. Olur bunlar. Hesaplanmalıdır. Şimdi şu sigarayı atsam denize, yanar durur sabaha kadar ama benim başlattığım şenliği izlemeye vaktim olmaz. İtfaiye erlerine de iş çıkar. Vazgeçeyim uygunu mi? Bitirirken ‘O Sonbahar, O Kış’ın müellifinin talihine de değinebiliriz. Erdem’in bir başarısı da ferdi olanla toplumsal olanı harmanlaması, ıslahat yapması oldu. Ne bireyi topluma ezdirdi ne de çokça yapıldığı gibi toplumu, toplumsal hayatı, iktisadı veya siyaseti yok saydı. Günümüz edebiyatı ya biri ya da oburuyla yürüyordu, bir ayağı daima aksıyordu. Denge Uzmanı Orhan Duru ustadan el alacak olursak şayet, Erdem’in iyi denge sağladığını kabul etmemiz gerekir. Bu ilkbahar bu yaz yine de iyi haberler alırız diyeceğim ama Ayvacık’tan al, Nusaybin’e kadar memleketimiz yanıp duruyor. Dünyamız biraz soluklanır, dinlenir, tipimizi kambur sırtından silkelemek zorunda kalmaz biz de biraz rahatlarız diyeceğim, gelişmeler buna da çok imkan tanımıyor. Böylesi vakitlerde okumak çok ferahlatıcı bir eylem oluyor. Tery Eaglaton’ın ‘İyimser Olmayan Umut’una bakılabilir örneğin. Bütün bu hikayeleri, romanları, risaleleri o zaman bir başka ağız tadıyla okuruz, bakışımız yeni katmanlar edinir, üzücü da olmaz. 1. Kâmil Erdem, O Sonbahar, O Kış, İstanbul: Sel Yayıncılık, Mayıs 2024, s. 93.

0 0 0 0 0 0
YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

Kayıp Vaktin Yıllanmış Senfonisi

HIZLI YORUM YAP

0 0 0 0 0 0

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.