34,5467$% 0.18
36,0147€% -0.62
3.005,41%1,48
5.110,00%0,95
20.381,00%1,12
2.705,79%1,29
9.549,89%1,94
“Otomobil yeni bir tanrısal güçtü. Kutsaldı otomobil. Herkes önünde diz çöküp tapacaktı ona.”
İlya Ehrenburg, Ve İnsan Arabası Yarattı
Acılar içinde doğar otomobil! Etleri modüller, gözleri kör eder, akciğerleri yer bitirir, zekâları yok eder. Sonunda büyük kapılardan çıkarak kendisinin varlığından önce “parlak” diye bilinen dünyaya fırlar. Ve anında sahibi olacak adamı o eski iç huzurundan mahrum eder. Leylak ağaçları kurur, tavuklar ve düşseverler korku içinde kaçışırlar.
Otomobil kestirmeden sarfiyat. Kısa ve öz: Yayaları ezer. Büyük bir ahırın duvarını dişler ya da sırıta sırıta bir uçurumdan aşağı uçar. Bunların suçu ona yüklenemez. Vicdanı, Bay Citroen’in vicdanı kadar paktır. O. yazgısının gereklerini yerine getirmektedir: Onun yazgısında dünyayı ortadan kaldırmak vardır.(1)
İlya Ehrenburg, “belgesel” anlatısı ‘Ve İnsan Arabası Yarattı’da “atsız fayton”un dünyayı adım adım ele geçirişini, hatta “ortadan kaldırışını” anlatır. Başlangıçta herkesin alayla dudak büktüğü, o gürültülü motorunun elbette susacağını, nihayetinde bir çift beygir olmadan sokaklarda salınamayacağını düşündüğü arabanın dünyayı ele geçireceğini kim bilebilirdi ki?
Patron Priest elbette.
William Faulkner’ın ölmeden önce yazdığı son romanı ‘Çapulcular’ın(2) anlatıcısı, 11 yaşındaki Lucius Priest’in dedesi İşveren Priest. “Makine çağına ömrü boyunca namlu gibi sert ve kararlı bir biçimde karşı koymasına, hatta varlığını tanımayı reddetmesine rağmen, … kâbusvari bir önseziyle” Amerika’nın “muazzam ve sınırsız geleceğinin temel ekonomi ve refah ünitesinin dört tekerli ve motorlu, küçük ve seri üretim bir kabin olacağı” İşveren Priest’e malum olmuştur. Faulkner’ın kurgusal coğrafyası Yoknapatawpha Bölgesi’nin en eski bankasının başkanı olan Patron Priest, tümüyle karşı olduğu, küçümsediği arabası Albay Santoris’in inadına alır ve o günden sonra Priest’in çalışanlarından Boon Hogganbeck, “kaba saba ve saf yüreğinde bir bakirin aşkını” duyumsamaya başlar. Garajda –”araba ahırı”na garaj denildiği, 1904 yılında Mississippililerin malumudur– yatmaya bırakılan Winton Flyer, Boon’un arzu objesidir artık.
Patron Priest’in siyah otomobilcisi Ned McCaslin’in, arabaya karşı horgörü dolu lakaytlığı Boon’un işine gelmiştir. Gece gündüz arabasını yıkamak ve cilalamakla uğraşır, baştan çıkardığı aile üyelerini arabayla gezintiye çıkarır. Çocuklar ve köpekler, yollarda tek tük geçen arabaları görmek için çitlere ve yol kenarlarına dizilmekte, Amerikan taşrası değişimin bu gürültücü habercisiyle tasaya gömülmektedir.
LANDO’DAN ARABAYA ARZU NESNELERİ
Otomobil Ehrenburg’un dediği gibi dünyayı ortadan kaldırmasa da onu değiştirmeye ant içmiş üzeredir. “Avrupa yollarında, o gezginlerin ve kara korsanlarının arşınladığı yüzyıllık yollarda otomobiller” yarışmaktadır artık. Dünya hızlanmıştır, yaşam hızlanmıştır. Ve on dokuzuncu yüzyıl Osmanlısında zavallı Bihruz’u(3) baştan çıkaran, bütün hayatını bir yanılsamanın peşinde tüketmesine neden olan, terli ve yorgun atların çektiği lando, Boon için Winton Flyer’dır. Üstelik Boon, sergüzeştine şimdi on bir yaşındaki Lucius’u da ortak edecek; Ned de burun kıvırdığı makineyle bir maceraya atılmaktan geri durmayacaktır.
Bildungsromanlar kahramanın “seçim”i üzerine heyetidir. Yetişkinliğe adım atılırken yapılan seçim, karakteri de kaderi de belirleyecektir. Lucius da bu pikaresk hikaye içinde seçim yapmak zorundadır. Otomobil tarafından baştan çıkartılıp ayaktakımıyla girdiği bu macerada sınıfsal ayrıcalığının öğrettiği Erdem kavramını defalarca sorgulamak zorunda kalacaktır.
Bütün aile bir cenaze için dört günlüğüne Jefferson’dan ayrılacaktır. Bu dört gün Lucius’un büyüdüğü, ortaçağ alegorilerinin o büyük harfle yazılan Erdem ve Erdemsizlik kavramları arasında seçim yaptığı, kendini ayaktakımının geleceksizliğine bıraktığı bir zaman dilimidir. Lucius hikayesini anlatırken baştan çıkışını da gerekçelendirmeye çalışır:
İnsanların tümüyle kötü vakitlerden veya tamamen kötü bir jenerasyondan söz ettiğini duymuşsundur veya nasıl olsa duyacaksın. Öyle şeyler yok aslında. Tarihte hiçbir çağ veya insanlığın hiçbir kuşağı belli bir anda tüm havayı içine çekemeyeceği gibi belli bir anın erdemsizliğini de külliyen içinde barındırabilecek kadar büyük değildi, değildir ve olmayacaktır; tek yapabilecekleri o anı yaşarken mümkün olduğunca az kirlenmeyi ummaktır. Çünkü ne yazık ki erdem, erdemsizlik gibi kendi başının devasına bakmaz – muhtemelen bakamaz. Bakamaz çünkü kendini fazilete adayanların tek mükafatı, soğuk, kokudan ve tattan mahrum fazilettir; buna kıyasla günahın ve hazzın ödülleri ışıl ışıldır ancak yanı sıra her zaman tetikte ve öngörülü olma maharetini –o inanılmaz, eşsiz yaratıcılık ve hayal gücü kapasitesini– de kazandırır ve bu maharetle bebekliğin sarsak adımları bile istikrarla ve kararlılıkla zevk ve sefa yoluna yönlenir.
Erdem, Dante’nin Cennet’i gibi insanı can külfetinden öldürecek bir dünyadan ötesini vaat etmekten mahrumdur. Dört günlük başıboşlukta, Lucius’un, ailesinin öngördüğü biçimde geçireceği hayat, “içlerinde namuslu hayatlar yaşandığının şuurunda olan”(4) evlerde, akşamları bir masanın etrafında oturup Tanrı’ya verdiği nimetler için şükretmekten ibarettir. Oysa Boon’un teklifi başka diyarlarda geçirilebilecek zevk ve sefa dolu günleri vadetmektedir. Çünkü Ehrenburg’un da dediği gibi arabanın tekerlekleri altında anayurt yok olmuştur. Uzak yakındır artık. Dünyanın kazandığı hız, Lucius’un bir sonraki günü düşünmesine engel olmuş, Erdem de ters ve nankörce bir muamele görmüştür.
Boon, Lucius’u ailenin olmadığı bu dört günde Memphis’e gitmeye ikna eder. “Tanrı yoksa her şey mübahtır” günleridir. Faulkner üst sınıftan bir ergeni, yirminci yüzyılın hemen başında, tanrısız ve babasız, çapulcuların eline bırakarak bildungsromana ironik bir selam verir üzeredir.
Yolcuları siyah bir otomobilci, arabayla ilk bakışta aşk yaşayan Boon ve on bir yaşındaki Lucius olan arabanın ilk durağı en az Erdem kadar alegori kokmaktadır: Cehennem Deresi!
Bütün kurumuna rağmen otomobil Cehennem Deresi’ndeki bataklığı geçemeyecek kadar toydur. Bu yüzden Çapulcular, bataklığın başını tutan adama katırlarıyla arabayı çamur çukurundan çıkarması için altı dolar öderler. Otomobil, banker Priest’in kokusunu pek güzel aldığı gibi yeni bir çağ başlatmıştır. Cehennem Deresi’nin başını tutan adam, Amerika’nın girişimci ruhunun temsilcisidir. Alışılmış Cehennem Deresi de Lucius’un Erdem’i geride bıraktığı seyahatin başı.
Bu pikaresk roman, Erdem’in pek de uğramayacağı bir yere, geneleve demir atar. Ned arabayı bir katırla takas etmiştir. Şimdi Çapulcuların yapması gereken şey, cihan yaradanına tekrar kavuşuncaya kadar katırı yarışa sokup kazanmak ve arabayı geri almaktır. Bu yolda yardımcıları da vardır çünkü Lucius’un dediği gibi, “kendini erdemsizliğe adadığın anda tüm kırlardan sana yardım edecek gönüllüler fışkırmaya başla[maktadı]r.” Fahişelerden; geneleve görgü öğrenmek üzere getirilmiş hırsız ve ayyaş ergen Otis’ten; fahişelerle yatmak için kırk takla atıp birbirleriyle dövüşen erkeklerden; “kanunsuz” kanun adamlarından mürekkep bir güruh Lucius’un erdemsizliğini desteklemek üzere maceraya katılırlar.
Genelev jargonunu bilemeyecek kadar saf ve paktır Lucius. Defalarca “aşna fişne”nin manasını sorar. Şövalye ahlakıyla müdafaaya çalıştığı bir fahişe yüzünden bıçaklanır. Neler gelmez ki başına! Güzelliğiyle kalbini çaldığı fahişenin aşkıyla romansı tadar. Yine de daima eve dönmek ister. Erdem’e:
Çünkü asıl istediğim eve dönmekti. Annemi istiyordum. Çünkü deneyim için, bilgi ve kültür edinmek için hazır olman gerekir; haberin yokken karanlıkta bir soyguncu veya haydudun sopasını kafana yemek bilgilenmek değildir.
HAYATIN HAZIRLIKSIZ ÖĞRENCİSİ
Elbette hayatta kontrol dışı koşullar olacaktır, onlar da “yaşamanın, devinimin modülüdür.” Ama her şeyin “zarafetle, itidalle” gelmesi gerekirken, Lucius “kısa sürede çok fazla şeyi kimseden destek almadan” öğrenmek zorunda kalmıştır. Öğrendiklerini koyacak bir yeri, “acısız ve yarasız” kabullenmesini sağlayacak bir “muhafazası”, “kategorileri” yoktur. Arabanın götürdüğü hayatla baş edecek araçlardan mahrumdur Lucius. Bu yüzden daima dönmek ister. Vakti geri almak, Cehennem Deresi’nden hiç geçmemiş olmak ister. Bunu düşündüğünde de kendine “Neden yapmıyorsun o zaman?” diye sorar. Her şeye son vermek elindeyken neden yapmadığını sorar.
Çok geçti. Tahminen dün, hâlâ çocukken yapabilirdim ama artık yapamazdım. Çok şey biliyordum, çok şey görmüştüm. Artık çocuk değildim, masumiyeti ve çocukluğu sonsuza dek yitirmiştim, beni ebediyen terk etmişlerdi.
Genelevlerden, tren istasyonlarından, hapishanelerden, karanlık adamların cirit attığı sokaklardan geçerek evine varır Lucius. Otomobil eski yerini almıştır. İşveren Priest, bütün aile bıraktığı üzeredir. Lucius her şeyin olduğu gibi kalmasına anlam veremez. “Tüm o olanlar hiçbir şeyi değiştirmediyse, hiç olmamış sayılıyorsa –daha küçük, daha büyük, daha yaşlı, daha bilge veya merhametli olan hiçbir şey yoksa– o zaman bir şeyler boşa gitmiş, çöpe atılmış, boşa harcanmış” sayılmaz mı? O dört günlük bir macerada bu kadar değiştiğine göre, her şeyin değişmesi gerekmez miydi? Neden bildungsroman’ın o korkutucu olduğu kadar heyecan verici olan dönüşümüne izin vermemiştir Faulkner?
Kirlendiğini söyleyen torununa sınıfının vakitten ve yerden azade rafine ahlakını hatırlatan iç rahatlatıcı bir cevap verir İşveren Priest: “Bir centilmen her zaman gerekeni yapar. Bir centilmen her şeyi atlatır. Her şeyle yüzleşir. Bir centilmen aksiyonlarının sorumluluğunu kabul eder ve sonuçlarının yükünü sırtlanır, olanları başlatan o olmasa bile, olup bitene sırf boyun eğmiş, hayır demesi gerektiği halde dememiş olsa bile böyledir bu.”
Lucius anlamıştır dedesinin sözlerindeki hikmeti: “Dış dünya sırf yaşadığın, uyuduğun yerdi ve kim olduğunla bağlantısı azdı, hatta ne yaptığınla daha da az ilişkiliydi.” Banker Priest, Çapulcuların elinde biraz hırpalanan Erdem’i tekrar eve almış, sokakla bağını koparmıştır. Her şeyin aynı kalmasını sağlayan iç dünyadır, ruhtur, ya da daha doğru bir deyişle yeni ekonomik sınıfın dört duvar arasında koruduğu ve centilmenlikle ifade ettiği sınıfsal ahlaktır.
Faulkner, dört güne sığdırdığı bu büyüme anlatısında her ne kadar bildungs’un temel öğesi olan dönüşümü reddedip Lucius’u sınıfının aşkın ahlakıyla sarıp sarmalasa, İşveren Priest’in ulusun ruhunu ele geçiren makineye dair kehanetini bir kenara bıraksa da, Çapulcular taşra görünümlerinin nasıl değiştiğine şahit olmuşlardır. Kentli çocukların ve köpeklerin bu gürültücü makineye nasıl da ilgisiz baktıklarını, arabanın yeni hayatın bir parçası olduğunu görmüşlerdir. Bu olağanüstü büyüme hikayesinde, Faulkner kahramanının günahsız ruhuna kurtuluş için bir talih tanır ama Çapulcular, “Şeytan tırısı” denilen arabanın, insanı “iç huzuru”ndan sonsuza dek yoksun ettiğinin bilgisiyle dönmüşlerdir evlerine. Lucius’u suçluluk hissiyle kıvrandıran bilgi de budur aslında. Makinenin gürültüsüyle birlikte insanın içinden yükselen huzursuzluğun sesi tüm dünyayı kuşatmıştır bile.(5)
1. İlya Ehrenburg, Ve İnsan Arabası Yarattı, Çev. Şemsa Yeğin, İstanbul: Payel Yayınları, 2000.
2. William Faulkner, Çapulcular-Bir Hatırat, çev. Begüm Kovulmaz, İstanbul: YKY, 2024.
3. Recaizade Mahmut Ekrem, Araba Sevdası, Yay. Haz. Hüseyin Alacatlı, İstanbul: Akçağ Yayınları, 2018.
4. James Joyce, “Araby”, Dublinliler, çev. Murat Evrak, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.
5. Çapulcular’ın, direktörlüğünü Mark Rydell’ın yaptığı başrolünde Steve McQueen’in oynadığı The Reivers sinemasının İngiltere’de The Yellow Winton Flyer (Sarı Winton Flyer) olarak bilindiğini ekleyip bir başka sarı arzu objesini, Tunç Okan’ın, Adalet Ağaoğlu’nun Fikrimin İnce Gülü’nden uyarladığı Sarı Mercedes’i hatırlatalım.
Diğer Güncel Haberler İçin Tıklayın / Bursa Haber – Bursa Gündem – Bursa Gündem Haber – Bursa Haberleri – Bursa Son Dakika
Bizi İnstagram’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Bizi X’de Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHbr
Bizi Facebook’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Bizi Youtube’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Bizi Linkedin’de Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Arafta İki Yazar ve Yüzleşmenin Kısa Tarihi