32,6645$% 0.32
35,5639€% 0.42
2.509,16%1,72
4.049,00%1,37
16.220,00%1,37
2.390,92%1,48
10.851,78%-0,19
Fatih Akın’ın İstanbul’un havasını ömründe bir kez bile olsun bile soluyan herkeste devasa izler bırakan sineması “İstanbul Anısı: Köprüyü Geçmek”, 19 yıl sonra 4K onarımıyla MUBI’de gösterime girdi. Bu sineması ilk gençlik yıllarımda izlerken büyüsüne kapıldığım için haberi duyduğumda hayli heyecanlandım. Fatih Akın, yıllar sonra yeniden izleyicinin karşısına çıkacak film için şunları söylüyor: “Bu belgesel, İstanbul’da neyin kaybolduğunu hatırlatabilir. Ayrıca Türkiye’de 20 yıl evvelki ivmenin net bir portresini veriyor. Belgesel, kültürel tabirin ve özgürlüğün değerini vurguluyor. Bunu tekrar geniş bir kitleye sunmayı sabırsızlıkla bekliyorum.” Evet, işe tahminen de buradan başlamak lazım: Kültürel ifade ve özgürlük. Düşününce uzun vakittir zihin dünyamızda “Nerede o eski İstanbul?” gibi bir cümlenin nasıl fevkalade yer ettiğini daha iyi anlayabiliyoruz. Gerçekten ne oldu o İstanbul’a? Sorun sadece basit bir kültür meselesi mi ya da kana susamış bir canavar o eski İstanbul’umuzu alıp götürdü mü bizden? Nasıl kayboldu ‘gözbebeğimiz’ (!) gibi baktığımız bu mükemmel şehir? Ve en önemli soru: Sokak müzisyenleri neden zabıta ve belediyelerin halk düşmanı formülleriyle yeryüzünün canlı sokaklarından metroların yeraltındaki karanlık köşelerine kovuldu? Baba Zula
ENTERNASYONAL BİR MÜZİK LABORATUVARI
İstanbul’a ilk kez 2014 yılında üniversite okumak için gelmiştim. Müziğe fevkalade ilgi duyan, aklı beş karış havada bir genç olarak kentin büyüsüne kapılırken daha ilk haftamda fark ettiğim şey sokak müzisyenleriydi. Özellikle Taksim’den Galata’ya arkadaşlarımla ilk kez yürüdüğüm günleri hatırlıyorum. Tarihi binaların haşmetinden gözümü alamadığım için başımı daima gökyüzüne çevirip duruyordum. Yeryüzüne her baktığımdaysa neredeyse 15 dakikada bir sokak müzisyeniyle karşılaşıyordum. Hatta hiç unutmuyorum; bir gün ülke ülke gezen bir İtalyan çocukla karşılaşmıştık. Elinde gitarıyla Suriye Pasajı’nın önünde mükemmel bir Akdeniz müziği çalıyordu. Daha bir hafta öncesinde Kolombiya’daymış. Evet, evvelden İstanbul’da sadece Türkçe konuşan ve müzik söyleyen sokak müzisyenleri yoktu. İstiklal Caddesi enternasyonal bir müzik laboratuvarı üzereydi. Kaldı ki sözünü ettiğimiz yıllar İstanbul’daki vahşet dolu beton istilasının görece iyice yerleştiği ve kendisini hissettirmeye başladığı yıllardı. Kim bilir 2000’lerin başında nasıl bir atmosfer vardı Galata sokaklarında? Fatih Akın’ın hafızalardan çıkmayan bu belgeseli tam da o yıllarda üretmiş olması tesadüf değil bu yüzden. “İstanbul Anısı: Köprüyü Geçmek”, Fatih Akın’ın “Duvara Karşı” (2004) filmi için müzik seçimleri sırasında şekilleniyor. “Duvara Karşı” ile büyük bir başarı elde ettikten sonra bir sonraki sineması olarak düşündüğü “Soul Kitchen” (2009) projesini bir müddetliğine rafa kaldıran Akın, İstanbul’un müzik kültürünü ele alan bir belgesel yapmaya karar veriyor.
Aynur
KÖPRÜYÜ GEÇMEK
Filmin yapımcılarından Klaus Maeck ve Akın, “Duvara Karşı”da İstanbul Boğazı görünümü eşliğindeki o unutulmaz Türk Sanat Müziği sahnelerini planlarken müzisyen arayışındadır. Einstürzende Neubaten kümesinin basçısı Alexander Hacke ile anlaşan ekip daha sonra Selim Sesler’i de takıma dahil eder. Hacke ve Sesler birbirlerinin dilini bilmemelerine rağmen müzik aracılığıyla o denli iyi bir etkileşim kurarlar ki, bu durum tam da sinemanın ana fikrini oluşturacak bir nitelik kazanmaya başlar. Her türlü kültürel veya dilsel pürüze rağmen müzik ile birbirini anlamak, iletişim kurmak ve birbirini dinlemek… Belgesele de ismini verecek bir merkezi duygu bu oluyor böylelikle: Köprüyü geçmek.
Bu manada Doğu ve Batı kültürlerini temsil eden müzik tiplerinin İstanbul’un karakterini nasıl şekillendirdiğine şahit oluyoruz film boyunca. Yıllar sonra bu olağanüstü belgesel hakkında yeniden düşünürken, “Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir” (İmre Azem, 2012) sinemasını de aklıma getirmeden edemedim. Yazının başında Fatih Akın’ın kelamlarıyla vurguladığımız o kültürel sözün ve özgürlüğün neden ortadan kaybolduğunu çok daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor “Ekümenopolis”. Şehirde gökyüzünü aşan beton binalar yükseldikçe, para baronu inşaat züppeleri halkın yaşam alanlarını katlettikçe insanların birbirine duyduğun tahammül düzeyi de azaldı. Birbirimizle kuruduğumuz her türlü iletişim metodunu yavaş yavaş terk edip internet üzerinde şekillenen sosyal ağlarla kabuğumuza çekildik.
Konut fiyatlarıyla adeta yaşamını daima tehdit altında geçiren çalışan/yoksul kesim, kentin en ücra köşelerinde iğrenç betonların ve güvenlikli sitelerin arasında yaşamaya zorlandı. Müzik kültürünün teknolojik dönüşümünü de burada es geçmemek gerekiyor. Müzik dinlemek için artık sokaklarda gezmemize gerek kalmadı Spotify sayesinde. Bu yüzden olacak ki artık sokaklarda müzisyen gördüğümüzde sakince bir kenara oturup çevremizdekilerle sohbet ederek eğlenmek yerine çabucak cep telefonlarımıza sarılıp Instagram hikayesi için gereç toplamaya çalışıyoruz. Burada teknolojiye karamsar bakmadığımı özellikle vurgulamak istiyorum. Sonuçta şayet o teknoloji olmasaydı biz “İstanbul Hatırası”nı çok yıl sonra 4k onarımıyla izleyemiyor olacaktık. Mercan Dede Fakat İstanbul’un müzik ve sanat kültürü söz konusu olduğunda kaybettiğimiz şeyler o kadar fazla ki. Bununla ilgili hüzne kapılmadan edemiyor insan. Yine de her şeye rağmen “İstanbul Hatırası”nı 19 yıl sonra yeniden izledikten sonra dünyanın gidişatı hakkında az da olsa bir umut sahibi olabiliriz.
Bugünlerde çokça gündemde olan o meşhur ‘kültür savaşları’nın sığ limanından uzaklaşıp kaybettiğimiz ama her an geri gelme ihtimali olan iletişim özgürlüğünü yeniden yakalayabiliriz hissine kapılıyorum. Zira sinemadaki müzisyenlerin tutumu, yeteneği, konuşmaları ve açıklamaları bu toprağın insanına dair umudumu artırıyor. Biz her ne kadar değerini bilmesek bile; Sezen Aksu dinleyince de, Duman dinleyince de, Ceza dinleyince de, Replikas dinleyince de, Aynur dinleyince de, Selim Sesler dinleyince de veya Siya Siyabend dinleyince de daima aynı istikamete bakıyoruz. Bu çok kültürlülüğü birileri daima görmezden gelip alaşağı etmek istiyor olabilir. Hatta bunda bir noktaya kadar başarılı bile oldular. Ama günün sonunda hangimiz kötü devirlerden geçmiyoruz ki? Hangimizin hayatında inişli çıkışlı bir dolu değişim ve acı yer almıyor ki? Hangimiz sancılı devirlerin pençesinde debelenip durmuyoruz ki? İstanbul’da müzik kültürü şimdi eskisi kadar büyüleyici hissettirmese bile elbette bir gün yeniden ayağa kalkacaktır. Sonuçta Anadolu’daki binlerce yıllık hikaye anlatma geleneğinin bir devamından söz ediyoruz. Zira müzikle aynı hislerde harmanlanıp ortak kaygılarımızı ve meselelerimizi daha iyi keşfedebiliyoruz. Tahminen de bu manada toplumsal bir güzelleşmenin ve adalet arayışının en fevkalade silahıdır müzik. “İstanbul Hatırası”nı yıllar sonra izledikten sonra kaybettiklerimize üzülebiliriz ama geleceğe dair devasa bir umut da kazanıyoruz.
2020 ve Sonrası Çıkan En İyi 10 Video Oyunu: Göz Alıcı Grafikler, Heyecan Dolu Anlar
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.