DOLAR

34,5377$% 0.16

EURO

35,9535% -0.78

GRAM ALTIN

3.004,50%1,44

ÇEYREK ALTIN

5.102,00%0,76

TAM ALTIN

20.347,00%0,93

ONS

2.705,93%1,29

BİST100

9.549,89%1,94

İmsak Vakti a 06:22
Bursa AÇIK 14°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
SON DAKİKA

DOLAR 34,5377

EURO 35,9535

ALTIN 3.004,50

BİST 100 9.549,89

İmsak 06:22

14°

Nerelisin Hemşehrim? Troyalı!

ad826x90

Efendim, bugün üzerine binlerce ciltlik eserler yazılan dünya tarihi, aslında göçün tarihidir. Evrimleşen insan cinslerinin Afrika’dan göçü, Eski Taş Çağ’ı boyunca süren avcı-toplayıcı-göçebe yaşam, Neolitik Çağ ile birlikte başlayan objelerin ve bilginin göçü, Kalkolitik Çağ’da çıkar bölgelerine yönelen göç, devletin icadından sonra yazının ve bürokrasinin göçü, bir yere yavaş yavaş göç edip 500 yıl sonra imparatorluk kuranlar, ya da bir yere yavaş yavaş göç edip 500 yıl sonra o imparatorluğu yıkanlar; ilahların göçü, kahramanların göçü, teknolojinin göçü, ideolojinin göçü, beyin göçü ya da çaresizliğin göçü… Göç öyküleri saymakla bitmez (daha geniş bilgi için bkz. Gazete Duvar, Selim Martin, Göçün Tarihi yazı dizisi). Ancak bugün bizim bahsimiz, tahminen de milattan önce 2’nci binyıldan günümüze kadar gündemden düşmeyen ve dünyanın tarihini muhakkak değiştiren, başka bir göçün hikayesi: Mitolojinin veya bu hikaye için daha net söylemek gerekirse, Ata’nın Göçü!

Tiplerin yayılışı.

Troya Savaşı’nı hepiniz bilirsiniz. Hani, hoşlar hoşu Helena, denizin karşı kıyısından kaçırılıp Troya’ya getirilince, devasa bir ordu da peşinden onu almaya gelir, Ege Denizi’nin iki yakası, 10 yıl süren amansız bir savaşa tutuşur ya; işte, bizim göç hikayemiz, bu amansız savaşın sonunda ortaya çıkacaktır.

Paris’in Helena’yı kaçırması, MÖ 735-720, British Museum

Troya Savaşı, dünyanın en popüler mitidir desek yanlış olmaz. Bu savaş ve savaşın tarafları hakkında, günümüze kadar sayısız roman ve şiir yazılmış; karakterler, operadan tiyatroya, sinemadan bilgisayar oyunlarına kadar çok sayıda yapıtta kendine yer bulmuştur. Mevzuyu inceleyen farklı alanlardaki bilimsel kitaplar bir yana, hikayede yer alan kimi kişiler ve olaylar; tıp, psikiyatri gibi disiplinler tarafından incelenen sendromlara, hastalıklara bile ismini verir. Özcesi, bu savaştan nasibini almayan yoktur, diyebiliriz.

Antik dünyanın en önemli ozanı kabul edilen hemşehrimiz Homeros’un, Troya Savaşı’nın ve bu savaşın sonunda evine dönmeye çalışan bir kahramanın öyküsünün anlatıldığı, İlyada ve Odysseia isimli iki destanı nedeniyle, bu konuda asıl söz sahibi olduğu yaygın bir bilgidir. Ancak bu mit; tek bir eksik noktası hariç, birbirini tamamlayan çok sayıda yapıtın birleşiminden doğup dünyaya yayılmıştır.

Homeros’un temsili büstü, British Museum.

Troya Savaşı’nın öncesini, savaşı ve sonrasını anlatan yapıtların tamamına, Destansı Döngü (Epic Cycle) ismi verilir. Birden fazla günümüze ulaşamamış, kayıp destanlardan oluşan bu döngü, alıntılardan, tekrarlardan ve kalan küçük küçük kesimlerden birleştirilip, anlaşılmaya çalışılmıştır. Hikayedeki kurguyu bir zaman çizelgesine oturtmak istersek, şu sırayı takip etmek gerekir.

Efsanenin ilk bölümünü, yani ‘Paris’in Yargısı’ gibi savaşa neden sayılan olayları ve savaşın ilk dokuz yılını işleyen destan, Kıbrıslı Stasinus tarafından yazılan, Kypria isimli yapıttır.

Sonra, savaşın son yılını işleyen; Akhilles’un Agamemnon’a ve devamında Hektor’a öfkesini, ardından da Hektor’un ölümünü ve cenaze merasimini anlatan, İlyada destanı gelir. Troya’nın müttefikleri, Amazon Prensesi Penthesileia ve Etiyopyalı kahraman Memnon’un gelişini ve devamında ünlü kahraman Akhilleun’un (Aşil) ölümünü anlatan; Miletos’lu Arktinus tarafından yazılan Aethiopis destanı, üçüncü sırada yer alır.

Dördüncü sırada ise, günümüzde bilgisayar sistemine gizli bir kapı açıp içeri girmeye yarayan virüse kadar ismini veren, meşhur Troya atının (Trojan Horse) inşa edilmesini ve Akhilleus’un silah ve zırhlarının paylaşılma mücadelesini konu alan, Midillili Leskhes’in Küçük İlyada isimli yapıtı vardır. Beşinci sırayı, Troya’nın yağmalanmasını anlatan ve yine Miletos’lu Arktinus tarafından yazılan, İlliupersis Destanı alır.

Akha ordularının eve dönüşü sırasında yaşanan olayları anlatan, Troezenli Agias’ın, Nostoi isimli yapıtı, altıncı sıradadır. Savaşın en kurnazı Odysseus’un, 10 yıl süren eve dönüş yolculuğu, Homeros ustanın Odysseia isimli yapıtında anlatılır ve kurguda yedinci sırayı işgal eder.

Sekizinci ve son sırada ise, Odysseus’un, Thesprotia’ya yolculuğu ve İthaka’ya dönüşü ile gayri yasal oğlu Telegonus’un tarafından öldürülmesini konu alan, Kyreneli Eugammon tarafından yazılan, Telegoni isimli eser bulunur.

TROYA SAVAŞI GERÇEK MİYDİ?

Efendim, her zaman yaptığım gibi, savaşın sonuna hızlıca geçmeden önce, müsaade ederseniz öyküyü biraz başa saralım demek; aslında bu savaş gerçekten var mıydı, varsa çıkma nedeninin aslı nedir, ozanların savaşa bakışı nasıldı gibi sorular sormak isterdim. Ancak bu sefer sormayacağım. ‘Troya Savaşı Gerçeği’ konusunu, bir başka yazıya bırakıp; bugün, bu koca döngüde tek eksik parçayı bulup, buradan yepyeni ama yapay bir destan üretip, bir ülkeye sahte bir geçmiş ile legallik kazandıran zekanın peşine düşeceğim. Ancak mevzumuza bilgisiz dalmayalım diye, destanın karakterlerini tanımak ve olayın çıkış öyküsünü öğrenmek için kısa bir süre, alışageldiğimiz seyrüsefere devam edelim.

Meşhur Troya kral soyunun ilk atası, Zeus ile Elektra’nın oğlu Dardanos’tur. Troya’nın kurucusu Tros ile kral soyu iki kısma ayrılır: İlos ile Assarakos. İlos’un torunu olan Priamos Troya kralı, Assarakos’tan üreme Ankhises ise Dardanie kentinin yöneticisidir. Ankhises ile Priamos ve onların oğulları Hektor ile Aineias aynı nesilden amcaoğullarıdır. Buraya kadar tamam mıyız?

Ama bu yeni destanımızda, başrolü oynayacak Aineias’ın, Priamos oğullarından bir üstünlüğü vardır. Kahramanımızın annesi, şahsen bir tanrıçadır. Troya hanedanından, Dardanie kentinin yöneticisi Ankhises bir gün, hoşlar hoşu Aphrodite ile birlikte olacak, bu birliktelikten de yiğit Aineias doğacaktır.

“Dardanie vilayetlerin başında Aineias var, Ankhises’in oğlu, tanrısal Aphrodite doğurdu onu Ankhises’ten; bakmadı tanrıçalığına, birleşti İda eteklerinde bir ölümlüyle.”

İlyada Destanı- Homeros.

Homeros’a göre yiğit Aineias, Troya Savaşı’nda kahramanlıkta kimseden geri kalmasa da her seferinde bir tanrının-tanrıçanın korumasına ihtiyaç duyar. Ozan bu durumu, Dardanos soyunun süreceğini öngören bir kehanete bağlar.

“Kocaman kargısı, kalkanıyla Aineias yere atladı, Akhalar alıp götürmesinler diye ölüyü, gücüne güvenen aslan gibi dolaştı çevresinde, önünde kargısını, yuvarlak kalkanını tutuyordu, öldürmek için yanıyordu karşısına çıkanı, korkunç çığlıklar atıyordu. Derken Diomedes kocaman bir taş atar üstüne, Aineias’ı kalçasından vurur, yiğit düşer, o sırada anası Aphrodite’nin telaşını görmeli…”

Aphrodite ve yaralı Aeneas, fresk, Roma İmparatorluk Dönemi, Pompeii.

Aphrodite bu yüzden yaralanır. Apollon, kahramanımızı, Troya kalesindeki tapınağa kaçırarak kurtarır. Öbür rabler da katılırlar bu uğraşa.

“Kaderi kurtulmaktır Aineias’ın. Tohum ekmeden, iz bırakmadan ölmemeli, yok olmamalı Dardanos soyu. Ölümlü kadınların verdiği çocuklar arasında Kronos oğlu Dardanos’u severdi en çok. İğreniyordu artık Priamos ‘un soyundan, artık güçlü Aineias kral olacak Troyalılara, kral olacak çocuklarının çocukları.”

İlyada Destanı- Homeros

Şimdi, bu bilgiyi de cebimize koyduysak, gelelim savaşın sonuna. Malum, Troya düşer. Her taraf yangın yeri. Karakterler, bir bir eksiliyor. Erkeklerin kimisi çoktan öldü, kimisi birazdan surlardan aşağı atılacak. Kadınların bir kısmı ganimet olarak gemilere yüklendi, bir kısmı da birazdan kapanın elinde kalacak. Bizim Aineias, yaşlı babası Ankhises’i sırtına alarak ve oğlu Askanios’u da elinden tutarak İda Dağı’na kaçar. Kaçarken, Troya’nın kutsal heykellerinden Palladion’u da yüklenir… Bitti.

AİNEİAS’A NE OLDUĞU BİR MUAMMA OLARAK KALDI

Evet efendim, o büyük destansı döngüde, Aineias hakkında yazan bilgiler bu kadardı, bitti. Destanlar birbirini destekledi, her konu çözüme kavuştu, tüm karakterler, ama öyle-ama böyle bir sona ulaştı. Ölen öldü, kalan kaldı. Ama bizim Aineias’a, bundan sonra ne olduğu bir muamma olarak kaldı. Ta ki milattan önce 29 yılına kadar. Sıkı tutunun, normal seyirden ayrılıyoruz. Hemen Akdeniz’e çıkmamız lazım. İskele Alabandaa!

Efsaneden şimdilik ayrılıp gerçek tarihe dönelim. Milattan önceki son birkaç yüzyıl içinde, Roma’da cumhuriyet kurulmuş, devlet zamanla güçlenmiş, önce bugünkü İtalya topraklarında hakimiyet kurmuş, sonra da başka coğrafyalara yönelmişti. Batı Anadolu’ya geldiklerinde de önce müttefikler bularak, buradaki nüfuslarını git gide arttırmayı hedeflemişler, sonra hiç beklenmedik şekilde, birden, kendilerini buranın sahibi olarak buluvermişlerdi. Düzenli okurlar hatırlayacaktır, gazetede, cumhuriyetin yıkılışını konuştuğumuz yazı dizisinde, Bergama Krallığı’nın son kralı III. Attalos’un, krallığın tüm topraklarını Roma’ya miras bırakmasının tesirlerine uzun uzun değinmiştik. Oradan bir alıntı yaparak mevzuyu bağlasak kimse kızmaz sanırım.

Aeneas’ın Troya’dan Kaçışı, Federico Barocci, 1598.

“Cumhuriyet dünkü çocuk. Batı Anadolu kentleri ise çok geniş coğrafyalardan gelen birikimi pratiğe çevirmiş; Mısır’ın, Mezopotamya’nın, Anadolu’nun eski uygarlıklarından kadim bilgilerle donanmış; deniz ulaşımı ve ticaretindeki büyük başarısı sayesinde tüm Akdeniz ve Karadeniz kıyılarını kolonize etmiş; krallık, diktatörlük, tiranlık, demokrasi, kent devleti, eyalet sistemi, çeşitli ticari, siyasi ve askeri birlikler gibi her türlü yönetim tertibini çağlar boyunca yalayıp yutmuş bir kültür deviydi. Bunların yanında, madenden orman eserlerine, verimli topraklardan bereketli denizlere kadar her türlü doğal zenginliğine, yüzyıllara dayanan geniş ticaret ağları sayesinde, Roma’nın şimdi hiç bilmediği coğrafyalardan gelen ürün ve hammadde çeşitliliğini ekleyen devasa bir ekonomiye sahipti. Lisanları geniş topraklarda bilinip-konuşuluyor, paraları her ülkede bedelini koruyor; kahramanları, ilah ve tanrıçaları o zaman bilinen dünyanın tamamında kabul görüyordu. Efsaneleri ve o efsaneleri dillendiren ozanları bile Roma’nın ünlü kumandanlarından daha çok hürmet görüyordu. Böyle bir coğrafyayı nasıl yönetirsiniz?

S. Martin, Ölüler Ülkesi Yazıları X – Cumhuriyetin Ölümü, 30 Eylül 2023, Gazete Duvar.

MİRASTAN PAY ALMANIN EN YASAL YOLU: AKRABALIK

Yönetemezsiniz efendim. Eskinin bilgisi ile olmaz. İşte tam da bu sırada, Roma’da cumhuriyet yıkılıp İmparatorluğa dönüşürken, bu dönüşümde, bu kadim coğrafyayı elinde tutmak için lazım olan anahtar keşfedildi. Öyle çok gizemli bir durum düşünme sevgili okur; geçmişten günümüze, değişmez bir şekilde, bir mirastan pay almanın en yasal yolu neyse, burada da birebiri hasıl oldu. Tanıştırayım efendim, akrabalık bulundu.

Ünlü şair ve ozan Vergilius, masasının başına oturdu ve kadim destandaki sonu bilinmeyen tek karaktere, yeni ve eşsiz bir son yazarak, güçlü bir kültürü ve zengin bir coğrafyayı sahiplenmeyi başardı. Haydi ozanın başının içinde biraz gezinelim, bakalım esin perileri neler üflemiş bizimkinin kulağına?

Nasıl yapmalı, nasıl etmeli? Önce elimizdekilere bir bakalım. Eski ozanların, ilahlardan aldığı kehanete göre, Aineias ölmeyecek, soyu gelecekte yeniden krallıklar kuracaktı. Süper. Sonra? Sonra, Aineias Troya’dan ayrılmıştı ama nereye gittiği bilinmiyordu. Bu da güzel. Şimdi kağıt kalemi alalım, yazmaya başlayalım.

Aineias Troya’dan kaçar, Roma’ya gelir, kenti kurar. Yok, böyle hemen olmaz, buna kimse inanmaz. Eski ustalar nasıl yapardı? Kahramanları uzun ve tehlikeli, macera dolu seyahatlere çıkartırlardı. Eh, biz de yapalım. Alalım Odysseus’un 10 yıl süren eve dönüş macerasını, değiştirelim içindeki yerleri ve isimleri (umarım kimse fark etmez); üstüne biraz korku, biraz gerilim, eh tabi çokça cinsellik, sonra kahramanlara yakışır birkaç onurlu davranış, az hüzün, az yalnızlık ve biraz sıla hasreti ekliyoruz derken, hoop yeni vatana beğenilen geldiniz. Burada da biraz mücadele, sonra zafer ve en sonda da sahipleniş. Perde iner, salon alkıştan yıkılır, İmparator (?) Augustus, Romalıları selamlar. O dedesine, Romalılar da soylu atalarına nihayet kavuşmuştur.

Aeneas’ın Rotası, The Route of Aeneas Project

Olay örgüsüne birazcık alaycı yaklaştık diye kızma canım okur. Ne yapalım, gerçekler böyle. Ancak, destanda, bu uyarlama kısmı dışında, güçlü bir teoloji ve doğruya yönelme olduğunu da söylemek lazım. Vergilius, hali hazırda idarede olan Augustus rejiminin sembolizmini çok etkili bir biçimde kullanarak, Augustus ile binlerce yıl önceden kalma bir karakter olan Aineias arasında bir bağ kuracak, hisleri ile gerçeklik arasında bocalayan bu ikiliye, dindarlık ve dürüstlük yükleyerek, Augustus’a iyi bir yönetici olmanın anahtarını sunacaktır.

Ozanımızın yarattığı bu yepyeni hikaye, ilgi çekici bir kuruluş efsanesi, bir ulusal destan olacak; Julius-Claudius hanedanına yasallık kazandıracak ve klasik Roma faziletlerini yüceltecektir: Bir kişi, ancak ‘Pietas’ (bağlı, sadık ve dindar) olması durumunda, Emperor yani hükmetme yetkisine kavuşur. Bir taraftan da biz yabancı değiliz, sizin torunlarınızız diyerek Küçük Asya üzerinde kurulacak hakimiyete de imkan verecektir.

Vergilius’un, bu destan ile kazandığı en büyük başarı, kendi çağının ulusal kültürüne bir kaynak bulmuş olmasıdır. Roma’nın geçmişini, Anadolu’nun büyük uygarlık merkezi Troya’ya kadar
götürmekle ona uluslararası bir derinlik vermiştir. Böylece Roma, Akdeniz’in en soylu hanedanınca kurulmuş olur. Bu sayede ozan, hem düşman olarak bilinen Batı ile Doğu’yu büyük bir birlik içinde barıştırmış olur, hem de kendisinin Homeros gibi ozanların ozanına dayanıp, onun yolunda, ondan esinlenerek destan yazdığını gösterir.

Dante, Homeros ve Virgilius, Vatikan Parnassos freski, Raphael, 1509 -1511.

VERGİLİUS DESTANIN YAKILMASINI VASİYET ETTİ

Bu arada Vergilius’un, yapıtını tamamlamak için milattan önce 19 yılları civarında, Ege coğrafyasına bir yolculuk yaptığını, bu seyahatte hastalandığını, döndükten çok kısa bir süre sonra, 21 Eylül 19’da öldüğünü ve tam olarak bitmemiş bu destanın yakılmasını vasiyet ettiğini de sözlerimize eklemek lazım. Ancak Augustus, destandaki ışığı görür ve mümkün olduğunca az değişiklik yapılarak bu destanın yayınlanmasını emreder. Akıllı adam, vesselam.

Efendim, akıllı bir ozan, eski bir destandan kendine kahraman araklamış, o kahramanı memleketinden göç ettirip, yine eski destanlardan aşırdığı maceralarla gezdirip kendi ülkesine ata yapmış, bir başka akıllı kişi de bunu iktidarı için kullanmış, eh yani, ne var bunda, ‘cool story bro’ dediğinizi duyar üzereyim. Hani bu hikayenin, dünya tarihini değiştiren kısmı?

Buyurun o zaman, geçin zaman makinasının başına, tarihi biraz ileri saralım. İmparatorluğun, daha açık söylemek gerekirse, Batı Roma İmparatorluğu’nun sonuna gidelim. İşin karışıklık ve yıkım kısmını alttaki paragraflara bırakalım, sonrasına bir bakalım. Burgonyalılar, Franklar, Alemanniler ve Vizigotlar, Vandallar, Gotlar, Germen kabileleri, Galyalılar, Vaskonlar, Saksonya ve Anglialılar (Anglo-saksonlar), Normanlar, Jütiler, bilcümle İskandinav kabileleri ve başkaları. Natürel bunların yanında Papalık kurumu; Latinler, Katolikler ve başkaları. İmparatorluğun mirasına kim sahip çıkacak?

Augustus ile başlayıp MS 3’üncü yüzyılın sonlarına kadar devam eden imparatorluk sistemi, Diokletianus’un ıslahatı ile Tetrarşi idaresine dönüşecek, bir süre sonra da Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılacaktır. Batı kısmı hayli karışık; birbirinin unvanını tanımayan imparatorlar ve yardımcıları, onları tek lider yapmaya çalışan orduları, yumruğu en sert olan ile sesi en çok çıkanın kısa süreli imparatorluk günleri… Düğünlerde oynanan sandalye kapmaca oyunu gibi; müzik sustuğunda oturan, koltuğun sahibi oluyor, ta ki kampanalar tekrar çalana kadar. Efendim bu sürecin epeyce kanlı olduğunu, katliamların, ihanetlerin, iç savaşların, kendi kuyruğunu yiyen yılan gibi dönüp durup, Roma’yı tükettiği ortada. Üstelik az buçuk güçlenen herkesin, civarda güçsüz gördüğü dağınık kabilelere saldırıp, ucuz zaferlerle şöhret elde etmeye çalıştığını da ekleyeyim. Batı Roma bu sebeplerle yıkılacaktır. Şimdi tekrar sorayım: İmparatorluğun mirasına kim sahip çıkacak?

TOPRAKSIZ LORT, LORTSUZ TOPRAK OLMAZ

Roma, kendisini Roma yapan ayrıcalıklarını kaybetmiş ve yok olmaya yüz tutmuştu. Yozlaşmalar, yağma yapan kavimler ve bunların sonucunda ortaya çıkan belirsizlik ortamı sürerken, diğer yandan kör topal işleyen, hala sahip olduğu topraklar üzerinde kurumsal bir egemenliği sürdürmeye çalışan devlet sistemi bulunuyordu. Kilise örgütlenmesi, tam da bu sırada, ortaya çıkan otorite boşluğunu doldurmaya çalışarak hızla siyasi bir yapıya bürünür. Avrupa’nın karanlık dönemi birkaç yüzyıl boyunca bu şekilde sürer. Ardından kilise yeniden bir atak yapacak ve bazı güçlü yerel karakterlere veya hükümdarlara taç giydirme-din eliyle meşruiyet kazandırma gayretine girecektir.

Bu karanlık sürecin ardından feodal dönem başlayacaktır. Bir tarafta dua edenler (kilise ve ruhban sınıfı), diğer tarafta savaşçılar (şövalyeler ve feodal beyler) ve bu iki sınıfı doyurabilmek için gece gündüz çalışanlar (serfler); devrin mottosu kabul edilebilecek bir kelamın doğruluğu için rollerini aksatmadan yerine getireceklerdir: Topraksız Lort, Lortsuz toprak olmaz.

Tabii bu süreçte, aldığı ondalık vergisi ile bağışlar bir yanda, cennetten sattığı topraklar diğer yanda, bulabildiği her şeyi nakde çeviren, topraklarına toprak, servetine servet katan kilisenin, lortlara rahmet okutacak mertebeye, kısa zamanda ulaştığını da unutmamak lazım. Piskoposluk Engizisyonu mu dersin, Papa Engizisyonu mu? Fransa mı, Almanya mı, Bohemya mı, İspanyol’u mu, Roma mı, Polonya mı, yoksa Portekiz Engizisyonu mu? Kampanya var hanım, seç beğen al! 1184’te başlayan soruşturmalar, bir gezici karnaval gibi Avrupa’yı dolaşarak, her memlekette öldürecek insan bulmayı başarır. Gözünüze, kısa bir saçmalama dönemi gibi görünmesin. Venedik Engizisyonu 1806’da, Portekiz 1821’de, İspanya Engizisyonu ise 1834’te ancak kaldırıldı. Coğrafyayı da eksik saymayalım; Amerika, Brezilya ve Hindistan gibi sömürge toprakları da bu çılgınlıktan gereğince nasiplerini aldılar.

Efendim bir de bunların üstüne, bir kişi Papa olacak diye, savaşıp ölen binleri, on binleri ekleyelim. Bitti mi, ne yazık ki hayır. Öncesi ve sonrasıyla aslında 500 yıl süren, ama ismiyle meşhur ‘Yüzyıl Savaşları’nı, bir de bu kadar iç savaşın arasında bizim saymayı unuttuğumuz, ama onların unutmayıp, dur birazda dışarıda savaşalım diyerek yaptıkları haçlı seferlerini; efendim vebasını, gribini, açlığını sefaletini de ekledik mi tamamdır. Ortada yaşayan pek insan kalmamış gibi görünse de biz tekrar soralım: İmparatorluğun mirasına kim sahip çıkacak?

Barbar kabilelerden, kilise hiyerarşisine, feodal beyefendilerden, monarşi krallıklara, kanla geçen bu yüzyıllarda, benim diyen herkesin, aslında tek bir amacı olmuştu. Eski güzel, güçlü yıllara dönebilmek. İmparatorluğun gerçek sahibi olarak kendini kabul ettirmek. Lakin kendini miras sahibi olarak göstermek biraz zor, hatta epeyce tehlikeli. Katliam yapan bir kişinin akrabası olduğunu söylerseniz, sizi kimse kabul etmez, üstüne öldürülmeniz an meselesi olur. Ne yapmalı, nasıl etmeli de bir kan bağı bulup tahtta hak iddia etmeli? Çözüm basit efendim, tahtın son sahibinin akrabası olmak tehlikeliyse, siz de ilk sahibinin akrabası olun. Soyunuzu, biraz gezdirip dolaştırıp, Troya civarlarına uğrayıp, Avrupa’ya ulaştırın. Oldu mu size tüm Avrupa Troyalı?

EN HAS, ÖZ TROYALI SİZSİNİZ OLAĞAN Kİ

Neler yapmadılar ki bunu göstermek için? Derslerde çocuklara okutulan Troya masalları, Orta Çağ’da tekrar yazılan Troya kökenli mitler, sanatın her koluna konu olan kahramanlar, hükümdarlar ve efsaneler; ünlü ressamlara, sanatkarlara ısmarlanan Troya tabloları, kayın ağacı üstüne boyamalar; mektuplara, kitap kapaklarına ve sayfalarına işlenen Troya hikayeleri, kendilerini o hikayelerdeki karakterlerin yerine betimleten, üç tane askeri, iki tane köylüsü olan alelade bir beyefendiden, en güçlü soylulara kadar, onlarca kişinin beyhude eforları. Duvarda, kendisinin Troya kökenli olduğunu gösteren bir tablo asılıysa, şato sahibi bir soylunun yüzüne, kim “hadi oradan” diyebilir ki? İsterse bu kişi, kendisini Troyalı Paris yerine, kahyasını da hırsızların ve habercilerin yaradanı Hermes yerine çizdirmiş olsun. Alışılmış efendim, bilmez miyim atalarınızın Troya’dan geldiğini? En has, öz Troyalı sizsiniz olağan ki.

Mesela, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılıp, Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllarda, yurttaşlık şuuru oluşmamış, bir yurttaş olmanın değerini bilemeyen herkesin evinde, paşa dedesinin bir resmi, duvarda asılı olurdu. Böylece insanlar, soylu olduklarını, eski sarayla bir şekilde kan bağına sahip olduklarını göstermeye çalışırdı. Alelade, tekdüze yapılan bu fotoğrafların birçoğu sahte, aynı elden çıkma işlerdi. Bazıları de köşklerden, konaklardan böyle eski, gerçek fotoğrafları toplar, ihtiyaç sahiplerine (!) satardı. Efendim malumunuz, koca Cumhuriyet içinde ne o kadar paşa dede ne de o kadar saraylı bulmak pek de mümkün olmasa gerek. Böyleyken, koskoca Avrupa coğrafyasında da kökeni Troya sarayı olan o kadar kişi bulmak, aynı şekilde abesle iştigaldir herhalde.

Tabii ki süreç burada sonlanmayacak. Tarih akmaya devam ediyor. Önce coğrafik keşiflerle yaratılan zenginlik, ardından ıslahat hareketi ve Rönesans. Yani, Batı ile Klasik Antikite arasında sanat, bilim, ideoloji ve mimarlıkta bağın tekrar kurulmasını sağlayan, Antik Helen filozof ve bilim insanlarının çalışmalarının çeviri yoluyla alındığı dönem. Yani, eski mitlerin yeniden baş köşeye oturması. Yani, genel anlamda bir Avrupalılık kültürü yaratma çabası. Yani, yeniden beğenilen geldin Troyalı olmak.

Bu gayretin bir sonu gelir mi? Sanmam. Mesela, Birinci Dünya Savaşı sonrası, “eyvah yağmaya geç kaldım” diyen bir ülke var, bilir misiniz? İşte o ülke, hem kendisine köklü bir geçmiş yaratmak için, hem bilginin üstünlüğünü ele geçirmek adına, hem de bu topraklarla arasında organik bir bağ kurup, sahte bir yakınlık yaratmak için, özcesi imparatorluğun mirasına sahip çıkmak için çabalamaya devam ediyor. Bildiniz, Amerika. Günümüzde Troya hikayeleri, edebiyatın ve sanatın her kolunda, hele sinema, dijital imaller ve oyun dünyasında, Amerikan müelliflerinin, sanatkarlarının, yapımcılarının ve sponsorların inhisarında karşımıza çıkıyor. Troya’yı hayatında bir kez bile görmeyen güzel aktörler, bizim kahramanları canlandırırken, güneşin bu topraklarda hangi yönden doğduğunu bilmeyen direktörler, bu üretimleri yönetiyor.

Amerika Birleşik Devletleri, sadece bu yapıtlarla dolaylı olarak değil, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren, açık açık, aleni bir şekilde, kendisini Roma İmparatorluğu’nun bu yüzyıldaki devamı olarak ilan etmektedir. Pax Amerikana (Amerika Barışı);1945’ten günümüze kadar, Batı dünyasında süregelen barış periyodunu tanımlamak için kullanılan bir tabirdir. Bu terim aynı zamanda, Amerika Birleşik Devletleri’nin en büyük askeri ve diplomatik güç olduğunu da anlatır. Pax Amerikana, kısmen Birleşik Devletler’in doğrudan etkisiyle, Amerikan sermayesi ve diplomasisi tarafından desteklenen uluslararası kurumlar vasıtasıyla türetilmiştir. Bu da Amerika Birleşik Devletleri’ne, askeri ve diplomatik olarak, çağdaş vakitlerin Roma İmparatorluğu rolünü yüklemektedir.

Bu unvana hiç şaşırma sevgili okur; ordusunun küresel üstünlüğü, ticari egemenliği, tüm dünyadaki okyanus ve denizlerdeki varlığı ve devletler arasında bir denge kurabilecek gücüyle, Büyük Britanya Birleşik Krallığı da 1815 Napolyon Savaşları’nın sonundan 1914’teki Birinci Dünya Savaşı’na kadar, Pax Britannica adı altında, Roma İmparatorluğu’nun devamı olduğunu herkese kabul ettirmeyi başarmıştı.

16 ve 17’nci yüzyıllarda ise; Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve kısmen Kafkaslar’da görülen uzun süreli barış, Pax Ottomana olarak isimlendirilir. Doğal tek bir farkın altını çizmek gerekir, Osmanlı İmparatorluğu, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başşehrini ele geçirdiği günden beri, aslında kendisini Roma İmparatorluğu’nun devamı olarak adlandırmaktaydı. Fatih Sultan Mehmet, Konstantinopolis’in imparatorluğun başkenti olması gerçeğine dayanarak, ‘Kayser-i Rum’ (Roma İmparatoru) unvanını almıştır. Önce Patrik tarafından kabul gören bu unvan, bir süre sonra Batı dünyasında da kendine yer bulacaktır. Çünkü, anne dili (!) Yunanca olan Fatih Sultan Mehmet, İlyada ve Odysseia’yı özgününden okumuş, aynı zamanda tarih konusunda epey bilgili bir padişahtır.

Bunca örnekten rahatlıkla anlayabileceğimiz üzere Troya, şimdilerde Doğu-Batı çabasının simgelerinden birisi olarak görünse de aslında dünyada güçlü olmanın, hâkim olmanın, öbürleri arasında onları istikrarda tutacak kadar- söz sahibi olmanın, aynı zamanda köklü, kültürlü, zengin ve bilgili olmanın anahtarı gibi duruyor. Vergilius’un, Aineias’ı Troya’dan Roma’ya göç ettirmesinden beri, tarih boyunca, kim bu mirasa sahip çıkarsa, üstte sayılan gücü ve muvaffakiyetleri elde etmiş, bu yüzden de herkes bu mirasın peşinden koşmuş üzeredir. Dünyanın tarihi, coğrafyası, kültürü, sanatı ve hatta bilimi, bu miras uğruna elden ele değişerek bu günlere geldi.

Eğitimli, barışsever, emekten yana, sadece insanı değil tüm canlıları, doğayı seven insanlara elbette bir kelamım yok. Onlar zati hem dünyanın ortak kültürel mirasına hem de dağlara, ırmaklara, kuşlara, böceklere, bilumum değere sahip çıkıyor ve koruyorlar. Ama aranızda, “en güçlü ben olacağım ve dünyayı yöneteceğim” diyen varsa, onlar da bu yazıdan faydalanabilirler. Bak arkadaşım, ayrım yapmadan, bu toprakların geçmişine, lisanlarına, hikayelerine, müziklerine ve halaylarına sahip çıkarsan, dünyanın kaderi tahminen de bir gün senin ellerinde olabilir. Kim bilir?

Efendim bu kadar tantananın ardından, ha hemşehrim, o kadar konuştuk ama bu arada sen nerelisin dersen; natürel ki ben de Troyalıyım!

Söylencemiz sürecek. Viya Böyle!

*Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Kısmı, Öğr. Gör.

Diğer Güncel Haberler İçin Tıklayın / Bursa Haber – Bursa Gündem – Bursa Gündem Haber – Bursa Haberleri – Bursa Son Dakika 

Bizi İnstagram’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber

Bizi X’de Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHbr

Bizi Facebook’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber

Bizi Youtube’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber

Bizi Linkedin’de Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber 

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

‘Arka Sokaklar’ın 18 Yıllık Direktöründen İtiraf

HIZLI YORUM YAP