DOLAR

34,5467$% 0.18

EURO

36,0147% -0.62

GRAM ALTIN

3.005,41%1,48

ÇEYREK ALTIN

5.110,00%0,95

TAM ALTIN

20.381,00%1,12

ONS

2.705,79%1,29

BİST100

9.549,89%1,94

İmsak Vakti a 06:22
Bursa HAFİF YAĞMUR
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
SON DAKİKA

DOLAR 34,5467

EURO 36,0147

ALTIN 3.005,41

BİST 100 9.549,89

İmsak 06:22

Oktay Akbal’a Hürmet

ad826x90

Adını ilk kez nerede gördüm; bir yazısını ilk kez nerede okudum? Cumhuriyet’te mi desem? Ama o yıllarda bizim eve sadece Milliyet alınırdı. Arada bir de Yeni İstanbul… Evet, bir zamanlar öyle bir gazete de vardı. Varlık’ta tahminen de… Öyle olmalı. Edebiyat(ımız)a ucundan kıyısından ilgi duyar olduğum yılların Varlık mecmualarında. Orada günlükleri yayımlanmaz mıydı? Yanı sıra da hikayeleri? Evet, oradan olmalı.

Yüzünü ilk kez nerede gördüğümse, dün gibi belleğimde duruyor: 1969 ya da 1970 baharında, Cumhuriyet’in ikinci sayfasındaki “Evet / Hayır” sütununun altında yayımlanan “Sait Faik Hikâye Armağanı” üzerine fotoğraflı bir haberde: Oktay Akbal, Rauf Mutluay ve Vedat Günyol, bir aradalar. O yıllarda sarı yapraklı büyük bir defterim var; ihtimama bezene kesiyor, orada topluyorum bu tür önemli haberleri. Baba evinin dehlizlerini arasam, herhalde bulurum o defterimi.

Neden değiniyorum bu detaya? Edebiyatımızın bu büyük isimleri, ilk kez bu fotoğraflarla somutluk kazanıyor da gözlerimde, ondan…

O lise yıllarımda edindiğim bir kitabı var mı? Berber Aynası? Bizans Definesi? Bulutun Rengi? Garipler Sokağı? Önce Ekmekler Bozuldu? Yalnızlık Bana Yasak? Sanıyorum yok. Varlık’ta, bir gün sürdürümcüsü olduğum Türk Dili mecmuasında günlük ve hikayelerini okuyorum; hepsi o kadar.

Ankara’daki üniversite yıllarımda artık bir Cumhuriyet okuruyum; doğallıkla bir Oktay Akbal okuruyum da… Özellikle Varlık ve Sander’den yayımlanıyor kitapları; ya da benim görebildiklerim, şimdi buralardan yayımlananlar. Anı cinsindeki yazılarının da ayrımına varıyorum derken; onları da günlük ve hikayeleri kadar seviyorum.

1980 Ekimiyle birlikte, İstanbul’dayım. 1983 güzünde, Robert Kolej’de bir dergi kuruyorum. Şüphesiz bir edebiyat – sanat dergisi bu. Babıâli, şimdi Babıâli o yıllarda. Mecmuanın her yeni sayısından, Varlık’a, Gösteri’ye, Hürriyet’e, Milliyet’e, Cumhuriyet’e… de götürüyorum. Zaman zaman fotoğraf istediğimiz oluyor buralardan; bir gönül borcunu -ne kadar ödenirse- böyle ödemek istiyorum.

Cumhuriyet, daha Türkocağı Caddesi, 39 – 41 (?) numaradaki, ismini doğru mu anımsıyorum bilmem, “Pembe Konak”ta… Ne heyecan duyuyorum iki kanatlı (?) demir kapısından girerken! Hele ikinci kattaki, bugün basık tavanlı gibi anımsadığım “Yazarlar Katı”nda! En sık rast geldiğim, Mehmet Kemal… Yanındaki (?) oda da Oktay Akbal’ın. Fotoğraflarından biliyorum ama biraz olsun sokulmaya şimdi yüreğim yok. Kapısından mecmuayı bıraktığım gibi ayrılıyorum.

Birinde, buyur ediyor. Kocaman (?) bir masa. Üzerinde bir daktilo; gazeteler, mecmualar, bir iki kitap… Mecmuayı iyi bulduğunu söyleyince ne mutlu oluyorum.

Fırsat bu fırsat: Yakınlardaki bir sayımızda, özel bir kısımla Sait Faik’i anacağız. Acaba… sanki bir yazı lütfedebilir mi bize? Olur! Yalnız, Sabahattin Kudret Aksal daha da yakından tanırdı Sait Faik’i. Bir de Agop Arad… Hemen Sabahattin Kudret Aksal’ın telefonunu veriyor; ardından da ya Agop Arad’ı buluyor ya da beni onun odasına yolluyor.

(Tinim ve vücudum, hanidir öylesine yorgun ki… Ama bir tansık olsa da o yıllara dönebilsek, bu son dönem koruganım Heybeliada’dan fırladığım gibi hemen oralarda almak isterim soluğu… Diyelim, hepi topu iki kez görebildiğim Agop Arad’la, o sıcakkanlı, o uygunların düzgünü beşerle upuzun bir sohbet tutturmak isterim. Ya da o anlatsın, ben soluğumu tutarak dinleyeyim. Tek bir soru bile sormadan…)

Ne güzel bir özel bölüm yapıyoruz; Oktay Akbal’ın, Sabahattin Kudret Aksal’ın, Agop Arad’ın, sevgili öğrencilerimin yazıları, Vedat Günyol’dan sağladığımız Sait Faik fotoğraflarıyla…

Düş Ekmeği – Batık Bir Gemi, Oktay Akbal, 160 syf., Doğan Kitap, 2024.

Tanıdığım (!) ve tanımakla övündüğüm bir yazar artık Oktay Akbal. Osmanbey’de, bir bodrum katındaki Sander Kitabevi’nde; Beyazıt’ta, Sahaflar’daki Elif Kitabevi’nde; Karaköy İskelesi’nde yeni kitaplarını görünce ne heyecanlanıyorum! Ama asıl Oktay Akbal’ı, Sabahattin Kudret Aksal 1992 Haziran’ında hastalanınca tanıyorum: Milliyet’te -o yıllarda orada yazıyor “Evet / Hayır”ları- döne döne gündeme getiriyor mevzuyu; bu yakın dostunu ölümün elinden kurtarmak istiyor. Öyle bir sevgi ki bu, hastanelere gelemiyor; gönlü, ne yazık ki artık bir yatalak olan Sabahattin Kudret Aksal’ı o durumda görmeye katlanamıyor.

Kurtarmak mümkün olamıyor, 1993’ün 19 Nisan’ında yitiriyoruz Sabahattin Kudret Aksal’ı. 21 Nisan’da Erenköy Camisi’nden Karacaahmet’e götürürken, Oktay Akbal, kaldırımın bir ucunda kederli ama dimdik, el sallıyor bu ta 1940’lardan beri yakın dostuna.

Ne zaman dönüyor Milliyet’ten Cumhuriyet’e? Bir gün orada mı sendikaya (TYS) da gelmemi öneriyor; hangi gün hangi saatlerde bulunduğunu belirterek? Bir ikindi gidiyorum. İlk uzun sohbetimiz orada mı oluyor? Orhan Kemal’i mi anıyoruz bir yandan da?

Oktay Akbal ve Adil İzci

Ölümün kıyısından döndüğü o trafik kazası, hangi yıldı? Ondan sonra mı gazeteye artık daha az sarfiyat oluyor? Önerisi üzerine, zaman zaman Ataköy’deki evine uğruyorum. Birinde, gericilerin bir mecmuasını gösteriyor: Ağza alınmayacak sövgülerin yanında, “Merak etme, seni öldürmeyeceğiz; nasıl olsa ömrün vefa etmeyecek, yakınlarda zaten öleceksin!” gibi birtakım abuk sabuk sözler, gözdağları… Mustafa Kemal Atatürk’e, uygarlığa, ilericiliğe bağlı olmanın bedeli bunlar! Bir yüzüne bakıyorum, bir dergiye; bu kadar değerli bir insana, bu sözler nasıl sarf edilir; aklım ve mantığım almıyor; vicdanım ürperiyor.

Bütün ömrü okumak ve yazmak olan bir insan nelerden söz eder? Ozanlar, müellifler, kitaplar, dergiler… Bunlar en temel konuları… Anıları da öyle… Hangisi olursa olsun kısa kısa tümcelerle… En can alıcı taraflarına değinerek… Sait Faik’ten Orhan Veli’ye… Lütfi Özkök’ten (“Bebe Lütfi”den) Kenan Harun’a… Kimden söz ederse etsin, gözle görülür bir sevgiyle… Gün oluyor, anne tarafından dedesi Ebubekir Hazım Tepeyran’ı (Niğde’de doğdum ben; o nedenle bilirim; aslı “Tepeviran”dır) anıyor; ondan kalan antika bedelindeki iki koltuğu gösteriyor; ne yapmalı, nasıl muhafazalı bunları, diyor. Bir kez daha, neden bir edebiyat müzemiz yok bizim diye hayıflanıyorum.

(O cânım anıları kitaplarında yer buldu; ama bulamayanlar da olabilir mi? Yazmayı unuttukları ya da yazdığını sandıkları? Bilinmez ki…)

2000’lerin ilk yıllarında mı, Basın Müzesi’nde bir “İmzalı Kitaplar Sergisi” düzenleniyor. Stant kapanınca, oradaki kitaplarını teslim almamı istiyor. Alıyorum. Birinin yaprakları arasında, ta bilmem hangi zaman, Cahit Külebi’nin Ankara’dan gönderdiği bir kartvizit var. Bir hal hatır sorma kartviziti bu. Güya özel bir belgelik yapıyorum ya, neden gizleyeyim, canım gidiyor! Olmuyor ama, madem bana güvendi; bırakıyorum yerine.

Ataköy’deki evinde iki öğlen yemeğini de anımsıyorum bu arada: Biraz daha dinleyeceğim diye dünyalar bir anda benim olmadı mıydı!

Gökova – Akyaka’da bir yazlık evi var. Hem oraların havası, sağlığına daha iyi geliyor hem de İstanbul onun doğduğu büyüdüğü kent değil artık. İstanbul’da görmek olanağı azalınca, bazı yazlar İzmir’den Antalya’ya giderken Akyaka’ya uğruyoruz. Baba konutumun kapısından girmek ne ise, Oktay Akbal’ın evinin kapısından girmek de hemen hemen o! Babamı, elbette annemi de böyle derinden derine özlemez miydim ben!

Oktay Akbal – Sabahattin Batur

Hemen her seferinde -yaz ya zaten- evin önündeki balkonda oturuyoruz.

Birinde, yayımlanan ilk hikayesini (“Ana Katili” miydi adı), bir günlük gazetede nasıl ayırt ettiğini anlatıyor. Şimdi ortaokulda mı, yoksa lise öğrencisi mi artık?

Birinde, kendisini görmeye gelen bir kadın okurun, yazdıklarını pek de yeterli (!) bulmadığını, bunu da yazın, onu da yazın, diyerek yol gösterdiğini, üstelik daha keskin olmasını istediğini anlatıyor. En sonunda, balkonun tavanındaki bir objeyi, sanıyorum havalandırma aygıtını göstererek, “Aman sözlerinize dikkat edin! Ev dinleniyor olabilir!” demek aklına geliyor; kadın okur hemen sustuğu gibi izin istiyor ve gidiyor. Bizlerle birlikte Ayla Akbal da ne güzel gülüyor.

Birinde, Ayla Akbal İstanbul’da olduğundan yalnız. Biz geldiğimizde balkondaydı, yine orada oturuyoruz. Mutfağa gidiyor bir ara, kızlarıma, bize meyve suyu getirmeye. Masasının üzerinde büyük uzunluk bir defter duruyor. Hakkım olmadığını biliyorum ama göz atmadan da edemiyorum: Üstten iki sütuna böldüğü sayfalarda kısa kısa, bir iki sözcüklük notlar var. Bunlar, “Evet / Hayır” sütununda yazmak istediği, yazmak gereği duyduğu mevzuların listesi. On, yirmi değil, tahminen otuz, tahminen kırk… Öbür sayfalardaki listeler de gayreti. Tek bir sayfadaki konu -ki aslında sorun- listesi bile, aydın sorumluluğu nedir, pek iyi ortaya koyabilir. Hani Melih Cevdet Anday’ın “Telgrafhane”si gibi… Ölümünün ardından, “havuz medyası”ndan bir gazetede, son yıllarında daima politik yazılar yazmakla, yazınsal müellifliğini gölgede bıraktığı (ya da harcadığı) yönünde birtakım sözler eden o bilim insanı ve müellifimiz -ki bence ülkemizin en uzman aydınlarından biridir- nereden bilsin bunları?

Birinde, alt katı biliyorum ama üst katı, özellikle de yazı odasını görmemiz mümkün mü diye soruyorum. Ayla Hanım’ın kılavuzluğunda geziyoruz. Yazı odası, uzun bir oda. Pencerenin dibinde yine uzun bir masa var. Hemen el uzaklığındaki koca bir rafta da bu ucundan ta öbür ucuna, türlü türlü lisanlardan de olmak üzere sözlükler, bizim yazım kılavuzlarımız dizili. Bu kadar yılın yazarı, ustaların ustası yazarı, gerek duyabileceği hemen her kaynağı, bu kadar yakınında tutuyor!

Birinde, yakın günlerdeki bir fırtınada devrilen meyve ağacının kırık gövdesini, yüklü kısımlarını gösteriyor. Ancak bir yakınını yitirince bu kadar üzülebilir insan.

Birinde, biz tam balkonun merdivenlerinden inerken, bütün babacanlığıyla, az durun yahu, diyor; bir ucundan balkonu gölgeleyen ve o günlerde şimdi tatlanan üzümlerden koparıyor; Ayla Hanım çabukla yıkıyor salkımları ve bir torbaya dolduruyor. Yolluk olarak…

Birinde, bu kez sadece kızım Günizi ve ben, kamera kaydı amacıyla İzmir’den Akyaka’ya gidiyoruz. Biliyoruz, bu konuda istekli olmuyor Oktay Akbal, ama biz yine de bir deneyelim bakalım. Eh, kısacık da olsa bir kayıt yapabiliyoruz.

Daha da var mıdır? Vardır şüphesiz. Belleğimizin derinliklerine öyle ha deyince inemeyiz ki!

İyi ki de inemeyiz: Bir gün, bir an… Bir neden (vesile) olur, bunu, onu ya da öbürünü anımsar; kendi kendimize bir sohbet tuttururuz: Anılarımız yerli yerinde duruyorsa, ölüm dediğimiz nedir ki?

*Heybeliada, Ocak 2016

Diğer Güncel Haberler İçin Tıklayın / Bursa Haber – Bursa Gündem – Bursa Gündem Haber – Bursa Haberleri – Bursa Son Dakika 

Bizi İnstagram’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber

Bizi X’de Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHbr

Bizi Facebook’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber

Bizi Youtube’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber

Bizi Linkedin’de Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber 

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

Rötar Yapan Trabzon Uçağında Çiğ Köfte İkramı

HIZLI YORUM YAP