34,2039$% 0.02
36,9140€% 0.38
2.924,76%0,00
4.928,00%-0,04
19.647,00%-0,06
2.653,93%-0,24
8.862,32%2,83
Günümüz çoksatanlarının yapısını çözümlemeye kalksak ne buluruz? Şu ünlü bestseller fıkrasının özetlediği yapı? Seks, aristokrasi, tarih, gizem ve din… Bu formül her çoksatarın içinde var mı tartışılır ama sanırım “aile” ve “travma” kavramlarını çoksatar sanayisinde olmazsa olmaz sayabiliriz. Karakterlerin her birinin bir travması vardır. Bu travmalar genellikle aileyle, geçmişle ilgilidir (alın size “tarih”). Travmanın öyle baş edilemez tipten olması da gerekmez, bir terapi seansını dolduracak bir travma kâfi gelir. Roman yerleri birden fazla zaman turistik bir imge olarak yer alırlar, kimi zaman da sırf bir kimliğin taşıyıcısı olarak.
Şimdi Sally Rooney’in dördüncü ve son romanı ‘İntermezzo’nun bu yapıya uyup uymadığına bakalım.
Babaları Doğu Avrupalı, anneleri İrlandalı iki erkek kardeş. Peter 32 yaşında bir insan hakları avukatı. Ivan ise 24 yaşında, ağabeyinin tabiriyle sosyal ilgilerde sıkıntılı bir satranç dahisi. Roman, Doğu Avrupalı babanın vefatıyla başlıyor. Anne, ikinci kocası ve oğullarıyla kendi hayatını yaşıyor. Peter’ın İsavari bir serzenişle “beni neden terk ettin” deyişinden baba tarafından pek benimsenmediğini anlıyoruz. Peter’ın bir travması baba, başkası de onları terk eden, “parfüm kokulu” anne. Rooney’in birkaç yerde annenin parfüm kokusunu vurgulaması, şu bizim muhafazakâr muharrirlerin kadının doğallığını ahlakın göstergesi saymalarını çağrıştırıyor ama neyse, muhafazakar damgası vurmakta telaşlı davranmayalım.
Peter’ın, seks işçiliğinin eşiğinden dönmüş üniversite öğrencisi Naomi’yle bir münasebeti var. Yatakta köleleştirilmekten hoşlanan Naomi, Peter’la alakasına biraz da üniversite masraflarının karşılanması olarak bakıyor. Peter’ın asıl sevdiği kadın yıllar önce bir arada olduğu ama 25 yaşında geçirdiği feci kazadan sonra Peter’ı terk eden akademisyen Slyvia. Gördüğünüz gibi, karakterler psikoloji kitaplarındaki kişilik tahlillerinden ödünç alınmış adeta: İçe dönük kişilik Ivan, dışa dönük kişilik Peter. Ya da başka bir aksilik: Entelektüel Sylvia ile seksi Naomi. Bizim ahlakçı Tanzimat muharrirlerinin pek sevdiği ikili terslikler bunlar. Bu aykırılıklar kurulduktan sonra muharririn bize fazla bir şey söylemesi gerekmiyor, her ne kadar 471 sayfa boyunca bunu umut etsek bile. Her şey bu tanımlanmış aykırılıklar içinde olup bitiveriyor.
Ivan ve Peter’ın arasında bir iletişimsizlik var, Ivan bunu “nefret” olarak isimlendiriyor ama iki kardeş arasındaki çatışma, karakterlerin hayatında olup biten diğer her şey gibi “dişe dokunur”, dolayısıyla biz okurları ikna edecek sahicilikte değil.
Ivan ile Peter arasındaki terslik, bayanlarla kurdukları münasebetlerde de geçerli: Bir yanda Ivan’ın, 36 yaşında, ayrılmayı kabul etmeyen alkolik kocasının ve tutucu İrlanda taşrasının gölgesinde, kendisinden 12 yaş küçük, diş telleri takan bir gençle hazzı ve aşkı tatmaya çalışan Margaret’le kurduğu ilişki; bir yanda da 32 yaşındaki Peter’ın 23 yaşındaki Naomi ile kurduğu ilişki. Margaret’in alkolik kocası iyi ama hasta bir adam olarak, olay örgüsüne bir tesirde bulunmadan, sadece bir isim olarak geçip gidiyor. Onun varlığı erkekliği sorgulamamıza da yardım etmiyor.
GÖRÜNMEYEN KENTLER
Dublin ya da İrlanda taşrası yer olarak bir rol oynamıyorlar ‘İntermezzo’da. Sadece bir kimliği imlemek için anılıyorlar: İrlandalılık. Romanda dış dünya neredeyse yok, adı anılan kentlere ve kasabalara rağmen, her şey evlere ve telefon ekranlarına sıkışmış durumda. Bu da ister istemez, Henri Lefevbre’nin “pratik ve toplumsal yaşamın ‘yeniden özelleşmesi’, aile hayatına, yani özel gündelik hayata kapanma” diye tanımladığı olguyu akla getiriyor. Kolektif olandan sıyrılmış gündelik hayatta bütün hayatlar dört duvar arasına kapanmıştır adeta. Yazar, günümüz anlatısının çok sevdiği aile içi hesaplaşmalar için yeniden ve tahminen de sonsuza dek özelleşmiş bir hayata ihtiyaç duymaktadır. Karakterler evlerinin ve ofislerin içinde sevişirler (birörnek sevişme sahneleri çoksatarların fettan rablerini bile hayal kırıklığına uğratacak kadar sıkıcı olsa da), konuşurlar, telefonlarının ekranlarını kaydırırlar, tuşlara basarlar. Teknolojinin bile dolduramadığı bir boşluk vardır gündelik hayatın ortasında. Travmalarla, sevişmelerle, serzenişlerle de dolmayan. Tahminen de kolektif olanın, toplumsal olanın çekip alınmasından doğan boşluktur bu. Daima kendini tekrar eden bir boşluk.
Lefevbre 19. yüzyılın karakteristik temalarını şöyle tanımlar:
“Yenilgi, bozgun teması.
İkilik teması.
Olağandışılık, mucize teması.”
Lefevbre’ye göre, 19. yüzyıl romanı, olağandışılık ve mucize temasıyla “gündelik ömrü küçültmeye, gözden düşürmeye çalışır.” Gerçek haliyle dünyanın değersizliği dert olmuştur 19. yüzyıl müellifine. Kendini Napolyon olarak gören zavallı, yoksul bir hukuk öğrencisinin gündelik hayata burun kıvırmaması düşünülemez esasen, değil mi?
Günümüz romanı ya da popüler romanı mı demeli, mucizeyi, olağandışılığı ortadan kaldırıp gündelik hayatın bayağılığına teslim olmuş üzeredir. Sorun da budur aslında, bu teslim oluşta, Barbara Pym’in ‘Kusursuz Kadınlar’ının, bulaşık yıkayan bir kadının 24 saatini bilinçakışıyla anlatmayı düşleyen gözüpeklikten, kahramanca karşı koyuştan eser yoktur.
ÜŞENGEÇ GEVEZELİK
Rooney, karakterlerinin kanılarını ya da diyalogları aktarmada ilginç bir listeleme yöntemi kullanıyor:
“Sylvia, Austen sempozyumu için hazırladığı makaleden söz etti. Sohbeti sürdürebilecek kadar aşina olduğu bir konu. Hatta Darcy’nin kalemini onarması hakkındaki aptalca latifesiyle onu güldürdü bile. Soğuk ve karanlık kış havası, sudaki ışıklar. Naiplik dönemi edebiyatından söz ettiler. Napoleon Savaşları’nın ehemmiyeti. Napoleon, o büyük adam. Toussaint Louverture. Bolivar, Garibaldi. Farklı tarihi figürlerin romantik cazibesi. Peter’ın aklına nedense Akitanya düşesi Eleanor gelir daima. Avrupa’nın Protestan ve Katolik ulusları arasındaki kültürel farklar.”
Bu tür listeleme prosedürüne o kadar başvuruluyor ki, insan ister istemez telefonda uzun mesaj yazmaktan sıkılıp kısaltmalara başvuran insanları getiriyor akla. Teknolojinin dili edebiyatı bu kadar belirledi mi? Roman yazarı, bu listelemeden karakterlerine dair ne gibi sonuçlar çıkarmamızı umuyor? Evet, Dostoyevski’nin geveze kahramanları yok günümüzde ama bu üşengeçlik neden? Siyasetin ya da herhangi bir konunun, yeniden özelleşmiş hayatta bir yerinin ve değerinin olmamasından mı? Ve sormadan geçemeyeceğimiz bir soru: Bu üşengeçlik ve kestirmecilikle, nasıl olup da Dostoyevski’ninkiler kadar kalın romanlar yazılabiliyor?
Ivan’ın ekolojik hassaslığı, Peter’ın, kardeşini kadın düşmanlığıyla suçlaması romanda politikaya değil ama politik doğruculuğa dair bir ipucu veriyor. Uzayıp giden listelerden karakterlerin ne düşündüklerini kestirmek için insan sarrafı değil, sözün tam manasıyla müneccim olmak gerekiyor. Google arama motoruna yazılan kelime kümeleri gibi listeler okura bir şey anlatmaktan o kadar uzak ki, 471 sayfa bütünlüklü, dengeli bir karakterin ortaya çıkmasına yetmiyor ne yazık ki. İnsan sormadan edemiyor, edebiyat piyasası için cazipliğini bir yana bırakırsak, İrlanda’nın bu roman için gerçekten bir değeri var mı? Yoksa aynı hikaye herhangi bir kentte ya da taşrada da geçebilir miydi?
‘İntermezzo’da anlatıcı bir kamera aracılığıyla izletiyor bize olayları. Oluş anlarına şahit oluyoruz. Her şey şimdide olup bitiyor. Televizyon ekranındaki bir reality gösterisi izler gibi, etkisiz, yargısız, anlatıcının anlattıklarını gerçek vaktiyle izliyoruz. Olaylar geçip gidiyor gözümüzün önünden, bir sahne özetleniyor. Sonra bir başka sahneye geçiyoruz. Yargı oluşturmamız, düşünmemiz arzulanmıyor bile. Yazar, “yeniden özelleşmiş” bir yerde, ailenin tam kalbinde açıyor romanını ve sonra sosyal medyanın anonim lisanıyla bizi yine her şeyin kendi üzerine kapandığı yere, aileye götürüyor. Pek de gerçek olmayan çatışmalar, travmalar bir çırpıda çözülüveriyor. Sırf aile içinde görebileceğiniz bir mutluluk sahnesi. 21. yüzyıl romanı döngüsellikle başladığı yerde bitiyor. Aslında karakterlerin topluma dair, kolektife dair bir tahayyülleri yok. İkilemleri haz ve daha fazla haz arasında. Bu yüzden vücudun vaktini kolluyorlar. Margaret, yaşlanıp çirkinleşince Ivan’ın artık onu sevmeyeceğinden korkuyor. Vücutla başlayan hikaye yine vücudun üstüne kapanıyor. Bir vakitlerin vücut ruh ikilemi çoktan rafa kalkmış durumda; şimdi sadece vücut var, vücudun vakti var. Bu yüzdendir ki akıl çağı, iletişim çağı bile vücudun döngüselliğinden kurtaramıyor bizi.
Belki yeni çağın gerçekliği bu. Telefon mesajlarının, sosyal medyanın belirlediği bir lisanla aktarılan bir gerçeklik. Daima aşina olanın peşinden gitme, kökler… Sahte çatışmalardan sonra gelen iyilik duygusu. Dünyayı saran iletişim ağlarının bile evin dört duvarı arasında sıkışıp kalması. Roman gündelik hayata tutunuyor. Evet, tahminen de Terry Eagleton’ın entelektüel sıkıntılar için söylediklerini günümüz popüler romanı için de söyleyebiliriz:
“Entelektüel sıkıntılar artık o malum fildişi kuleye hapsedilmiyor, tam tersine medyayı ve alışveriş merkezlerini, yatak odalarını ve genelevleri de kapsayan geniş bir dünyayı kucaklıyor. Gündelik hayatın tam göbeğine eklemlenmiş durumdalar ama onu eleştiriye tabi tutma yeteneklerini yitirmek değerine.”
Roman da tecrübeden, kolektiften, irade gücünden arınmış bir gündelik hayatın ortasında ama yalnız onu eleştirme yeteneğinden değil, anlama ve anlamlandırma yeteneğinden de uzak. Tahminen de çoksatarlığın formülü de bu: Daima kendi üstüne kapanmanın verdiği o rahatlatıcı his, telefon ekranlarındaki hızla değişen manzaralara tezat daima orada olan, sonsuza dek eşeleneceğimiz kutsal aile. Yazıyı Lefevbre ile bitirelim:
“Yeniden-özelleştirme” tarih hızlanırken meydana gelir. Bunun, sadece bu telâşlı hızlanmanın içinde barındırdığı hezimetlerle, sınama ve tehlikelerle değil, tekniklerle de bağı vardır. İmdi, başta radyo ve televizyon olmak üzere, bu teknikler özel ömrü toplumsal ve politik yaşama, tarihe, bilgiye açıyor olmalıydı. Şuur ve özel yaşam kendi üzerine kapanırken, buna, yaşamın ve şuurun ‘küreselleşmesi’ eşlik eder. Açılım, öngörülmemiş sonuçlar yaratır. Öngörülür ve beklenen ‘küreselleşme’ kendi üzerine kapanma stilinde gerçekleşir. Artık kendini yurttaş olarak hissetmeyen özel insan, koltuğunda otururken, cihan üzerinde etkisi yokken ve bunu dert etmezken, cihana şahit olur. Dünyaya bakar. Globalleşir; ama sadece bir bakış olarak globalleşir. Bir ‘bilgi’ edinir. Lakin bu bilgi tam olarak neden ibarettir. Gerçekten bilmekten ya da görülen şeyler üzerindeki iktidardan, olaylara gerçek iştirakten değil. Burada yeni bir tür bakış vardır: Şeylerin imgesine yönelmiş, ama güçsüzlüğe indirgenmiş, sahte şuur ya da kısmi bilgi sahibi olmaya, katılımsızlığa indirgenmiş toplumsal bir bakış. Gerçek bilgi, gerçek güç, gerçek katılım bu bakışla uzaklaşır; asla bu bakışın altında değildir.”
Kaynaklar:
Sally Rooney, İntermezzo. Çev. Begüm Kovulmaz, Can Yayınları, 2024.
Henri Lefevbre. Gündelik Hayatın Eleştirisi I, Çev. Işık Ergüden, Sel Yayınları, 2010.
Henri Lefevbre. Gündelik Hayatın Eleştirisi II, Çev. Işık Ergüden, Sel Yayınları, 2010.
Terry Eagleton, Kuramdan Sonra, çev. Uygar Abacı, Literatür Yayınları, 2006.
Not: Rooney’in Filistin halkına uygulanan soykırıma karşı sergilediği onurlu tavra hürmetle elbette.
Diğer Güncel Haberler İçin Tıklayın / Bursa Haber – Bursa Gündem – Bursa Gündem Haber – Bursa Haberleri – Bursa Son Dakika
Bizi İnstagram’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Bizi X’de Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHbr
Bizi Facebook’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Bizi Youtube’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Bizi Linkedin’de Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Fotoğrafta Hayaller Bitmez