32,7451$% 0.56
35,4951€% 0.55
2.490,30%0,94
4.022,00%0,22
16.115,00%0,22
2.365,91%0,40
10.874,70%0,02
Selahattin Demirtaş ve Yiğit Bener’in hiç müsabakadan kaleme aldıkları ‘Arafta Düet’ romanı, 6 Temmuz’da Dipnot Yayınları tarafından okurla buluşacak.
Demirtaş ve Bener, T24’te Sibel Oral’a konuştu.
‘ROMAN YAZMAKTAN DAHA PAK NE OLABİLİR?’
Ortak müellifle çıkarılan ilk kitap olması nedeniyle ne yaptıkları sorusuna Selahattin Demirtaş şöyle cevap verdi:
“Valla ben bir şey yapmadım. Herkes de beni suçluyor, adım çıkmış dokuza inmez sekize. Ben gerçekten hatasızım, niçin kimse inanmıyor ya! Yiğit yaptı Yiğit, o da yapmamışsa Miki yapmıştır… Şaka bir yana soru gerçekten güzel ama ne yaptığımı ben de tam olarak bilmiyorum. Ben yazdım, Yiğit diye biri yazdı sonra bana dediler ki o yazdıklarınız roman olmuş. Halbuki Yiğit diye birini tanımıyorum bile, gerçekte böyle biri var mı ondan bile emin değilim. Yani Yiğit Bener vardır da… Yazıştığımız kişi hakikaten o mu, avukatlarım beni trolledi mi, emin olamıyorum. Aranızda Yiğit Bener’i şahsen tanıyanınız varsa bir sorsun lütfen, ‘Arafta Düet’in müelliflerinden biri gerçekten kendisi mi? Değilse lütfen kusurumuza bakmasın, bir yanlışlık olmuştur deyin. Duyduğum kadarıyla kendisi en son Fransa’dan ‘Edebiyat Şövalyesi’ unvanı da aldı, kızdırmaya gelmez. Adam atına atladığı gibi ordusuyla Edirne’ye yürür mürür… Maazallah! Yok şayet ortak yazar kendisi ise ve bu eylemi üstleniyorsa, bari beni bulaştırmasın; esasen daha yeni 42 yıl ceza aldım, benim adımı vermezse sevinirim, yapsın bir şövalyelik.”
Yiğit Bener de, “Ben de günahsızım ve de hatasızım. Künyemde bile yazıyor, bakabilirsiniz: Ben ‘kendi halinde bir edebiyatçıyım.’ Kaldı ki, roman yazmaktan daha temiz ne olabilir? Hem… Ben de o öteki yazar Selahattin’i tanımıyorum. Hiç karşılaşmadım. Selahattin Demirtaş’ı bilirim elbette. O milletvekili ve parti lideriyken mecliste bir kez tercümanlığını bile yapmıştım; ama ona sorsanız hatırlamaz. Doğaldır da. Tercümanın düzgünü, varlığını hissettirmeyen kişidir. Hem… Her şey bir tarafa, aynı soruyu ben de sorabilirim: Bana el yazısıyla yazılmış birtakım mektuplar geldi, ‘Selahattin Demirtaş seninle roman yazmak istiyor,’ dendi. Olacak iş mi? Siyasetle uğraşanlar roman yazar mı? Bir insanın kaç kimliği olur? Karmaşık problemler bunlar. Ama kandım natürel, yani kandırıldım. Şu da var doğal: Galiba bir şeyler yazdık gerçekten, evet… Ama yazdıysak da sorun bakalım, niçin yazdık? Hem… Kim yazdı? Biz mi? Biz kim? Orası da karışık. Şövalye yazmış olabilir ya da öteki Selahattin…” diye konuştu.
‘SİYASİ TUTSAKLAR AÇISINDAN ‘OKUMAK’ BİR MECBURİYETTİR’
Bir araya gelmeden nasıl roman yazdıkları hakkında konuşan Yiğit Bener, “Bu olan bitenin asıl müsebbibi yüce devletimizdir. Zira Selahattin’le yazışmaya başlamadan önce de ‘Selo Başkanı’ bilirdim natürel ve kırk yılda bir gönül rahatlığıyla oy verebildiğim, üstelik mizah hissine sahip bir siyasi başkanın mahpusa atılmasına çok içerlemiştim. O bizlerin de özgürlüğü için uğraşının bedelini öderken, bizler dışarıda ‘olağan’ hayatımıza devam ediyorduk. Bunu kanıksayıp ‘eh ne yapalım, bizim memlekette olağan işleyiş böyledir,’ diyemezdim. ‘Zayiat’ addedip başını çevirmek, her tıp insani kıymete ihanet etmek olmaz mıydı? Onun mahpusta geçirdiği süre uzadıkça, benim de üzerime çöken vicdani yük artıyordu. Dayanışma hissimi ifade etmenin bir yolunu bulamıyordum ve bu çaresizlik, tıpkı onun milyonlarca seçmeni gibi beni de kahrediyordu. Derken, Demirtaş’ın bir söyleşisinde edebiyata meraklı olduğunu, içeride bol bol kitap okuduğunu görünce bari Demirtaş’a kitap yollayayım diye düşündüm. Bir toplantıda tesadüfen avukatlarından biriyle tanışıp yardım istedim… Onun sayesinde, bizim ailede ne kadar yazar varsa, hepsinin kitaplarını bocaladım Edirne’ye…” ifadelerini kullandı.
Demirtaş da Bener’in sözlerine, “Aslında siyasi tutsaklar açısından ‘okumak’ bir tercihin ötesinde mecburiyettir; hakikaten aslında ‘okuduğunuz’ için hapistesinizdir. Ayrıca yüzmeye, tenise, sinemaya, bowling salonuna gitmek gibi seçeneklerimiz yok! Vardı da biz mi gitmedik? O nedenle, mahpusta kitap okumak candır. Gerçi en son bir maratona katılmak için cezaevi yönetimine başvurdum, ama ‘yerin dar’ deyip reddettiler” diyerek karşılık verdi.
Demirtaş, “Bir aileden kaç yazar çıkar… Cezaevindekiler bile şaşırdı! Bu işte bir tuhaflık var diye derinlemesine soruşturma açtılar; kitapların elime geçmesi aylar sürdü!” dedi.
‘SEHER, SIRF EDEBİYATI CİDDİYE ALAN BİR KALEMİN YAZABİLECEĞİ BİR METİNDİ’
Romanın asıl dönüm noktasının Demirtaş’ın ilk öykü kitabı ‘Seher’ olduğunu belirten Bener, “Hemen merak edip aldım alışılmış. Edebi tasayla yazılmış bir metin okuyacağımdan emin değildim açıkçası. Mahpustaki bir siyasetçi, ‘dışarıya mesaj vermek’ amacıyla edebiyatı araç olarak kullanmak istese, buna kim karşı çıkabilir? Ya da oyalanmak için böyle bir hobi edinse, burun kıvırmak yakışık alır mı? Gel gör ki bir solukta okuduğum Seher dört başı mamur bir edebi eserdi: Yani sadece edebiyatı ciddiye alan temelli bir kalemin yazabileceği çeşitten bir metindi bu. Aslında Demirtaş bir başka söyleşisinde Gecenin Sonuna Seyahat’i üç kez okuduğunu belirtmişti…” diye konuştu.
‘BİZ NE YAPIK O DENLİ?’
Bener sözlerine şu tabirlerle devam etti:
“Hemen Seher hakkında bir yazı döşendim, Cumhuriyet Kitap’ta yayımlandı. Kitabın en çarpıcı hikayelerden biri, ‘Ah Asuman,’ şu cümleyle bitiyordu: ‘Hele dur bakalım, bunun altından nasıl kalkacağız.’ Burada yazar, hem yapılan düzgünlüğün karşılığının nasıl ödenebileceğini hem de sempatik bir hınzırlığın rövanşının nasıl alınacağını sorgulamıştı. Ben de Demirtaş’ın siyaset mahallesinden kalkıp bizim edebiyat mahallemize gelerek selam vermesine atfen, yazımı aynı cümleye nazireyle bitirmiştim: ‘Hele dur bakalım, bu selamın altından nasıl kalkacağız…’ Ama Selahattin bu! Tek seferle yetinmedi, ardından dört sıkı kitap daha geldi. Yani hâlâ o selamın altından nasıl kalkacağımızı bilemiyorum. Yine çok beğenerek okuduğum diğer kitapları hakkında da memnunlukla yorum yazdım alışılmış. Hele o Efsun… Dad.
Derken bir söyleşisinde Selahattin’in benden söz ettiğini, yani onun da benim selamımı aldığını görünce çok duygulandım. Ben evvelce vaktini çalmayayım kaygısıyla ona yazmaya çekiniyordum, zira hapisteyken bile o denli bir mesaisi vardı ki! Hem siyasi uğraşlara hem edebiyata derinlemesine katkı sunuyordu, bir yandan da davalarla boğuşuyordu, yetmedi benim gibi hariçten gazel okuyan gevezelere de laf yetiştiriyordu. Belli ki onun vücudunu içeride tutanlar, engin düş gücüne sahip Selahattin gibi bir yazar için edebiyatın dayanılmaz bir firar aracı olduğunu hesaba katmamışlar.
Ben mahpusta yazarlığın en büyük zorluğunun sevdiklerinden uzak kalmak olduğunu sanıyordum. O denli ya, yazarken hepimiz iç dünyamıza çekilir, bir odaya kapanır o denli yazarız… Cehalet işte! Selahattin’in bir mektubundan anladım ki en büyük külfetlerinden biri, okurlarıyla ve diğer edebiyatçılarla, meslektaşlarıyla doğrudan temas kuramamakmış. Bu aydınlanmam beni yüreklendirdi: Zanaatkâr meslektaş sıfatıyla edebiyat konusunda düzenli mektup arkadaşlığı önerdim ona. Öyleyken böyle… Bir baktık, önce mahcup mahcup, sonra hummalı bir şekilde sayfalarca mektuplaşmaya başlamışız. Derken birimiz (Selahattin’di sanırım) ‘bizim hayatımız da roman’ deyiverdi. ‘Ne romanı, nasıl yani, olur mu ki,’ falan dememize kalmadı… Üzerinde isimlerimiz ve ‘Arafta Düet’ yazan bir kitap kapağı geliverdi önümüze. Sahi Selahattin, Sibel haklı: Biz ne yaptık o denli yahu?”
‘MEKTUPLA HABERLEŞTİK’
Demirtaş, romanı nasıl yazdıklarını, “Evet mektuplaştık, benim internetim ve ketılım uzun müddettir arızalı olduğundan mecburen mektup yöntemi ile haberleştik. Bir kez şunu söylemeden geçemeyeceğim; Yiğit iyi bir edebiyatçı, tamam eyvallah, ama ne kurgu üzerine ne konu üzerine ne dil-üslup üzerine vs. tek kelime konuşmadan, sadece akışına bırakarak tıpkı satranç atakları gibi yazmak büyük riskti, lakin Yiğit gerçekten çok iyi iş çıkardı. Onu kutluyorum bir kez daha. Beni ortada hem fişekleyip motive etti hem de iyi bir edebiyatçıyla ortak kitap yazmış oldum ve bundan onur duydum. Sağ olsun, var olsun. Bilmiyorum, Yiğit’i gereğince övebildim mi?” diye anlattı.
‘TANIŞMAYAN İKİ YAZAR, YALNIZCA MEKTUPLAŞARAK BİR ROMAN YAZABİLİRLER Mİ?’
Yiğit Bener ise süreçten çok keyif aldığını belirterek, şöyle konuştu:
“Selahattin çok haklı, ilginç olan konu, romanın nereye evrileceğini, bir sonraki kısımda öteki müelliften nasıl bir olay örgüsü geleceğini, hatta ne çeşit yeni karakterler yaratacağını, yani karşımıza ne çıkacağını bilmeden doğaçlama yazdık… Ve hiçbir kısmın içeriğini -çok hudutlu bir iki maddi rötuş dışında- sonradan gelenlere uydurmak amacıyla değiştirmedik. Bu yaklaşım, edebi teknik açısından da başlı başına irdelenmesi gereken bir sorun. Romandaki siyasi-felsefi değinmeleri de ortamızda hiç tartışmaya gerek duymadık. (Zaten gerekseydi bile yüz yüze tartışmazdık, o ayrı mesele…) Ortak bir geçmişimiz olmadığı halde, yazdıkça adım adım gelişen -kendiliğinden diyebileceğim- sıkı bir siyasi/felsefi uyum oluşuverdi ortamızda. Oysa bu çeşit hususlara girdiklerinde kırk yıllık dostların, yoldaşların arasında bile görüş ayrılıkları patlak veriverir! Yani bunun büyük olasılıkla dünyada bir ‘ilk’ olmasının asıl nedeni, bir araya gelmeden yazmamızdan çok, öncesinde hiç tanışmıyor olmamız ve seçtiğimiz ‘satranç hamleli’ kurgu tekniğidir sanırım. (İyi akıl ettin Selahattin. Bunun patentini mi alsak ne?)
Özetle, ben kendi adıma yazar olarak da birey olarak da bu süreçten çok büyük bir keyif aldım, kendimi zenginleşmiş hissettim. Çıkan sonuçtan da müşkülpesent okur ve edebiyatçı kimliğimle dahi çok mutluyum. Öte yandan, mektuplaşma konusunda kuşkularım var. Sizce daha öncesinden tanışmayan iki yazar, bir araya hiç gelmeden, sadece mektuplaşarak böyle bir roman yazabilirler mi? Bu bana inandırıcı gelmiyor. Edebi firarda gizlice buluşmuş olmamız daha büyük ihtimal değil mi? Esasen bazı çizer dostlarımız bu mevzuyu irdeleyen çizimlerini paylaşmaya başladılar bile; yenileri de gelecek sanırım. Sanki profesyonel ve amatör çizer dostlarımıza davette bulunup bunu bir kampanyaya mı dönüştürsek: ‘Demirtaş ve Bener bu romanı sanki nerede buluşup yazdılar? Siz çizin bize yollayın, biz paylaşalım…’ Ne dersin Selahattin? Hatta ilk karikatürleri sen çizip bir fikir verebilirsin. Olur mu olur! Dur bakayım, romanın tanıtımını üstlenen genç arkadaşlara bir sorayım, onlar daha iyi bilirler… “
‘YAZARLAR KENDİLERİNDEN YÜZDE YÜZ BAĞIMSIZ ESERLER ORTAYA KOYAMAZLAR’
Oral’ın “‘Arafta Düet’in özneleri Ayvaz Paşa ve Sinan’ı, onların Türkiye tarihi boyunca yapıp ettiklerini ve yapıp edemediklerini yazarak kısa bir Türkiye tarihi yazdığınızı düşündüm. Siz ne düşünüyorsunuz?” sorusuna Demirtaş, “Türkiye tarihi, siyasal tarih falan yazalım diye başlamadık, aslında herhangi bir şey yazalım diye de başlamadık. Yiğit’in ve benim kişisel tarihlerimiz, öykülerimiz romanı şekillendirdi elbette. Ne ben ne de Yiğit Türkiye’nin siyasal tarihinden kopuk, ayrı kişiler değiliz hatta şahsen o tarihin (ve de anın) özneleriyiz. Müellifler kendilerinden yüzde yüz bağımsız eserler ortaya koyamazlar, bizim tüm kitaplarımız aslında ‘biz’di, haliyle Arafta Düet de o denli oldu” diye karşılık verdi.
‘KAZANANA KADAR DİRENECEĞİZ’
Demirtaş sözlerine şöyle devam etti:
“Kazanana kadar, tam bir demokrasiyi, eksiksiz özgürlükleri var edene kadar direneceğiz. Ama mahpusta ama dışarıda, yürüyeceğiz üstüne üstüne, tüküreceğiz celladın yüzüne. (Ben suratımı alamadım sen devam et Yiğit, aslında daha yeni 42 yıl ceza almışım, şimdi ağzımdan TCK kapsamında münasebetsiz bir söz çıkar mıkar, neme lazım.)”
‘EZİLENLER KAZANSIN DİYE UĞRAŞIYORUZ’
‘Düet’in kazananlarının kim olduğu sorusuna ise Demirtaş, “Ezilenler, yok sayılanlar, yok edilenler kazansın diye uğraşıyoruz esasen. Düet’te hükümranlar, kendini bir …ok sananlar, zulmün temsilcileri kaybediyor, o günler illaki geliyor. Daima birlikte göreceğiz” dedi.
SÖYLEŞİNİN TAMAMI
(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)
Mithras Tapınağı’nda Saklı Ayinlere Katılanların Konakladığı Alan Bulundu
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.