34,5467$% 0.18
36,0147€% -0.62
3.005,41%1,48
5.110,00%0,95
20.381,00%1,12
2.705,79%1,29
9.549,89%1,94
Freud’dan bu yana, hatta daha öncesine dayanan tartışmada, şiddetin ve berbatlığın kökenini dünyaya gelişe bağlayanlar ile bunu reddedenler arasındaki derin sıkıntı hâlâ tam manasıyla çözülebilmiş değil. Başka bir deyişle şiddet ve kötülük eğiliminin doğuştan geldiğini savunanlar ile bunların toplumsal ömürle kazanıldığını söyleyenler arasındaki kavga devam ediyor.
Psikanalist Arno Gruen, göz önünde bulundurmakla birlikte, Freud’un görüşlerini önce eleştirdiği, ardından kendi teziyle çürütmeye giriştiği ‘Normalliğin Deliliği’nde, berbatlığın ve şiddetin temelinde, kişinin öznefretinin ve küçük yaşlarda başlayan benliğe ihanetin yattığını belirtiyor.
‘SIĞLIKLA’ MASKELENMİŞ ÇILGINLIK
Gruen’e göre kişi, güçlülere kendini beğendirmek, onların “onayını” alıp “sevgisini” ve “güvenini” kazanmak için benliğini feda ederek gittikçe geçersizleşiyor, endişenin dümen suyuna gitmeye başlıyor ve bu durum, bir “gerçeklik” hâlini alıyor. Toplum, buna benzer kişilik örnekleriyle şekillenmeye yüz tutunca Gruen’in “çılgınlık” dediği “uyum”, içinde şiddet ve kötülük yuvalanan “isyan” ortaya çıkıyor. Bağımlılık ve mahkûmiyet barındıran bu tehlikeli duruma dair örnekler sıraladığı çalışmasında yazar, kişinin hem kendisiyle hem de toplumla bozulan bağına ağırlaşıyor.
Sevgi ve onay arayışının, bazen de doyumsuzluğunun yıkım yaratan ilişki biçimleri yaratabileceğini söyleyen Gruen; bunun bir iktidar-tahakküm bağımlılığına evrilebileceğini, kişinin benliğiyle bağının kopabileceğini hatırlatıyor: “Kendisine boyun eğdiren iktidara eklemlenebilmek için hareketlerinin sorumluluğunu almak yerine, tabi olma ve uzlaşmayı seçer. Kişi, kendi iç benliğiyle olan bağını kaybettiyse artık ancak çarpıtılmış bir kendiliğe; dış dünyanın güzeline gidecek belli davranış ve duygu durumlarına uygun bir imgeye yaslanabilir. Büründüğü böylesi bir sureti sürdürebilme ihtiyacı veya tahminen de mecburiyeti; kişinin kendi algıları, hisleri ve duygudaşlığı için ne varsa zapt eder. Kendi içine kök salamamak yıkıcı ve kötücül davranışlara kapı ortalar.”
Gruen kişinin yıkıcılığının, kötülük ve şiddet eğiliminin çoğunlukla “bir sanrıdan ibaret iktidar”a katılma amacıyla kendine karşı ihanetle oluştuğunu, tarihi ve sosyolojik örneklerle anımsatıyor.
Boyun eğen kişi ve boyun eğdiren iktidar münasebetinin farklı görünümlerini ortaya koyan Gruen, “görev” ve “itaat” bağlamında “sığlıkla” maskelenmiş deliliğin her an ve her yerde karşımıza çıkabileceğine; geçersizliğin, aldatmanın ve hilenin gerçekliğin yerini kolayca alabileceğine dikkat çekiyor. Bir başka deyişle kişinin, yaratma ve sevgi arayışı, güç ve onaylanma uğruna hakikatten koparak kendine göre yarattığı gerçekliğe hapsolma süreciyle yüzleştiriyor bizi. Bu noktadaki tehlikeye dair bir notu var müellifin: “Gerçek dünyada insani kıymetlerin yitirilmesine tahammül edemeyenler ‘deli’ muamelesi görürken kendilerini insani köklerinden koparanlar ‘normal’ diye nitelendirilir. İktidarı emanet ettiğimiz, hayatlarımıza ve geleceğimize dair karar almalarına izin verdiğimiz kişiler de tam bu insanlardır. Onların gerçeklikle ilgilerinin doğru olduğuna ve bununla başa çıkabileceğine inanırız. Ancak bir kişinin ‘gerçeklikle bağlantısı’ akıl hastalığını veya sağlığını belirlemekte tek kıstas değildir; ümitsizlik gibi insani hislerin, empati gibi insani algıların ve coşku gibi insani tecrübelerin ne ölçüde mümkün olduğunu veya hangi seviyede devre dışı bırakıldığını da sormamız gerekir.”
Sevgi, ilgi, güç ve onaylanma isteği ve açlığı kişinin kendini geri plana itmesine, hatta benliğinden gizli ya da açık nefretine dönüştüğünde Gruen’in tabiriyle “tabi bir var oluş” tetikleniyor: Kişi, bir diğerine teslim olarak ondan kendisi için gereğinden fazlasını yapmasını bekliyor. Bu andan itibaren itaate karşı sorumluluk “iyi olma”, özgürlük ise “itaatsizlik” anlamına gelmeye başlıyor. Saf sevgiden ve histen mürekkep ve acının da buna dâhil olduğu özerklik yitip gittiği gibi kişiyi sakatlayan bağımlılık enikonu güçleniyor.
Güçlenen bir başka şey ise yalan; iktidarla münasebetini tehlikeye sokabilecek her şeyi, hatta benliğini bile reddeden insan, acı çektirmeyi ve nefret kusmayı hem yaşama amacı hem de bir kaçınma refleksi hâline getirebiliyor. Gruen’e göre kişi, “sevgi” ve “ilgi” için diğer insanlar üzerinde çarçabuk baskı kurunca güler yüzlerin gerisinde köpüren bir şiddet gizlenebiliyor. Yazar, bu bağlamda III. Reich hayaliyle kendine taraftar toplayan ve sıradan insanları bile birer suç makinesine dönüştüren; onların çaresizliklerine, eksikliklerine ve ikilemlerine oynarken zayıflığı güce çevirip bağımlılığı perdeleyen ve sonunda kişinin ölümü yüceltmesine yol açan Nazilerin halini örnek gösteriyor: “Genel olarak korku nedir bilmeyenler, özellikle de ölüm korkusu olmayanlar güçlü kabul edilir. Ölümü yüceltmek ve kendini ona teslim etmek ölümün ‘aşılması’ değil, sadece ölüm kaygısının inkâr edilmesidir. Aynı insanlar, anne babalarının sevgisinin yetersizliğinden duyduğu acıya katlanamayıp iç acılara karşı hassaslık göstermenin zayıflık olduğu mitini uydurmuştur. Dolayısıyla acıyı ve sıkıntısı katlanılmaz buldukları için kendisinden koparanlar, gerçekliğin bozulmuş hâlinin sözcüsüdür ve savunucusudur.”
UYUM KISIRDÖNGÜSÜNDEN DOĞAN KÖTÜLÜK SARMALI
Hakikatle bağı yitirmek kadar, kişinin benliğine yabancılaşması da sahte bir gerçeklik yaratılmasına ve palavranın iktidarına boyun eğilmesine neden oluyor. Empati yoksunluğu ve suç münasebeti ise bu sürece eşlik ediyor. Daha önce herhangi bir suça bulaşmamış kişilerin cinayet işlemesi de vicdanı epey rahat olan katiller de bu sürecin öznesi hâline geliyor. Başka bir deyişle gerçek hisler ölüme yollanırken sahteleri (ya da duygu olmayanlar) o boşluğu dolduruyor: “Ahlaki doğruluk imgesinin gerisinde yıkıcılığı gizleyen sahte hisler dünyasını simgeleyense gerçek duygudaşlığın olmayışıdır. (…) Duygu olmayan hisleri, çeşitli görüntüler altında ortaya koydukları zorbalıkta teşhis ederiz. Uzlaşmacıların dünyası için kendilerini yutan şiddeti azaltmanın niye mümkün olmadığının nedenleri de burada yatar. Bunun kökenine varabilmek için açık şiddetle örtük uzlaşmacı şiddetin kaynağının aynı olduğunu görmek gerekir.”
Gruen’in bahsettiği şiddet ve kötülük eğilimi, yaşantılar ve engellenmesi güç uyum dileğinden kaynaklanıyor. Buna, hâkimiyet ve kontrolün “başarı” olarak tanımlanması da eklenince uyum kısırdöngüsü ve şiddet sarmalı büyük oranda tamamlanıyor.
Yazarın tabiriyle her türlü ideolojiyle bütünleşebilen uzlaşmacı ve uyumlu kişi için güç, tek istek hâline geliyor. Bir noktadan sonra güç ve iktidar bağımlılığı, delice bir hırsa ve yıkıma kapı aralıyor: “Kendilerini tümüyle ‘gerçekliğe’ adayanların deliliğinin dolaysız ifadesi yıkıcılıktır. Bu bağlantı, sıradan biçimiyle ideoloji maskeleri arkasında gizlenir. ‘Gerçekçilerin’ meczupluğu, insanlar için korku duyma perdesi arkasında insanî olanın reddidir. Kendilerine insanî bir görünüm vermeyi bilirler ama buna denk düşen hisleri yoktur. İçleri intikam ve öldürme dileğiyle dolu bir cadı kazanıdır; içlerinde canlı bir kendilik yerine sadece boşluk hissederler. Bu boşluktan ve iç kaoslarından kaçabilmek için etraflarında ömrü yıkıma uğratma zorunluluğu hissederler ancak böylelikle canlı olduklarını duyumsayabilirler.”
Gruen, anlattığı soruların tahlili için oldukça yalın ama bir o kadar zor bir yola atıf yapıyor: Kişinin bağımsızlığı ve benliğiyle yeniden bağ kurması. Yıkım hırsıyla, kaosla ve boşluklarla yüzleşme umudunun buradan filizlenebileceğini; sahte gerçekliğin ve şiddetin bitmese bile tesirinin azalacağını söylüyor.
Diğer Güncel Haberler İçin Tıklayın / Bursa Haber – Bursa Gündem – Bursa Gündem Haber – Bursa Haberleri – Bursa Son Dakika
Bizi İnstagram’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Bizi X’de Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHbr
Bizi Facebook’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Bizi Youtube’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Bizi Linkedin’de Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Şehnaz Şişmanoğlu: ‘Temaşa-İ Dünya’, Türkçe Olarak Yazılan İlk Romanlardan Biri