34,5590$% 0.14
36,1792€% -0.2
2.967,34%0,19
5.053,00%0,23
20.150,00%0,22
2.672,18%0,03
9.367,77%3,72
İnsan yeryüzünde var olduğundan beri dünyayı keşfetmeye uğraşırken bir yandan da uzun ve sağlıklı yaşamın yolunu tuttu, kendisine yönelik herhangi bir sorun olduğunda şifanın peşine düştü. Hastalıkların kaynağını bilemeyen insanlar, hastalığa doğaüstü bir neden atfederek bu dertlerden kurtulmak için ‘şifacı’ yani bir ‘aracı’ üzerinden çeşit çeşit çare arayışına girişti. ‘Şifacılık‘ da halk tıbbındaki çözüm arama yollarından biri oldu. İcra edilen bu geleneğin kökü ‘şifa’ ise TDK’deki anlamına baktığımızda “bedensel veya ruhsal bir hastalığın son bulması, hastalıktan kurtulma, onma” manasını taşıyan bir sözcük olarak karşımıza çıkıyor. Aslına bakarsak tek bir kelime karşılığı, iyileşme. Dünya tarihinin en son pandemisi COVID-19 salgınında da deneyim ettik ki yana yakıla ‘halk tıbbı’ dahil her yola başvurduğumuz şifa bulma refleksi aslında bugün de arayış içinde olduğumuz bir davranış pratiği. Peki, iyileştiren kimlerdir diye sorarsak belirli bir konuda uzmanlaşan ve kutsallaştırılan, bazen kurtarıcı, bitki uzmanı, ebe bazen de büyücü, bilge ve tabip olarak anılan ‘şifa veren’in müsaadeden yola düşmek gerekmez mi? Gelin o zaman birlikte biraz geçmişi kurcalayalım.
ŞİFA’NIN BÜYÜSÜ
Büyü, şifacılığın temel dinamiği olarak halk tıbbı alanında sık başvurulan sistemlerdendir. Hem yaygın bir uğraş hem de baskın bir toplumsal fenomen olan ‘büyü’, insana ve tabiata dair olayları maddi dünya dışında gizemli dış güçler de kullanarak manipüle ettiği var sayılan kimselerin aktif olduğu ritüel hareketlerdir. İnsanlar için din ve tıp ile dirsek teması içinde sıkça başvurulan bir usul olarak da insanların sıkıntı yaşadıkları kriz anında kendilerini sakinleştirmek, bir şeyi telafi etmek veya benzer amaçlar için doğaüstü güçleri kullandıkları ‘iyilik’ ve ‘kötülük’ amacı içeren eylem ve süreçlerden ibarettir. ‘İyi’ ve ‘kötü’ mücadelesinde ne değerine olursa olsun insan yaşamını sürdürürken büyü, zaman içinde bir kamu hizmeti niteliği de kazanır. Doğal hal böyle olunca hemen hemen her toplum içinde bilimsel düşünce şimdi yokken ‘ak büyü (tedavi edici-olumlu)’ ve ‘kara büyü (kötüleştirici-olumsuz)’ olarak ikiye ayrılmış, gayesine yönelik uygulama alanı bulmuştur. Biraz daha ayrıntıya girersek Sedat Veyis Örnek’in Etnoloji Sözlüğüne göre hastalık, kaza, yaralanma ve ölüm benzeri kişisel felaketler ya da sel, deprem, kuraklık gibi doğal afetleri önlemeyi amaçlayan ‘ak büyü’, uygulama istikametiyle kişilerin uygunluğuna yönelen, teknik açıdan ‘taklit’ ve ‘temas’ unsuruna dayanan büyüdür. Din ve kutsal nesnelerden destek alan ak büyü, din insanları ile süreci uygularken dua ve kurban ritüelini de işin içine katar. İlkesel bakımdan ak büyüye benzeyen ‘kara büyü’ ise yaşam, sağlık, mal mülk bakımından dini nesnelerden olumsuz yönde faydalanarak herhangi birine zarar verme eforunu taşır. Bu yüzden ak büyü ne kadar kabul görüp icra edilse de kara büyü bir o kadar büyük cezalar öngörülerek sıkça yasaklanır. Dolayısıyla kamusal hizmet veren şifacılık; arkeolojik, filolojik, epigrafik, etnografik, tıbbi ve edebi kaynaklar açısından, kimi zaman büyüsel ve dinî özelliklerinden dolayı bir ‘büyü’ kimi zaman da ritüelistik içeriğinden dolayı bir ‘iyileştirme sanatı”’dır.
Gelenek, dini ögeler ve kendisine yüklenen kutsallıkla, din mekanizmasının yasakladığı öğretileri de bünyesinde tutan paradoksal bir hareketler bütünüdür. Teknik ve sistematik bilgi birikimlerinden öte manevi argümanlara sırtını yaslayan bir uygulama olduğunu gördüğümüz pratik, bu argümanların yanında, ahengi amaç edinen iyileşme içinde ‘beden, zihin/akıl, ruh’ üçlemesinden oluşan insanı, tek bir bütün olarak gören bir yaklaşımdır. Tabiatın bir parçası olan bu üçlü öge ise, şifacının uygulamaları sayesinde etkileşim yaratan bir frekansa sahiptir. Duyusal ve ruhsal olgunluk için katalizör olan hastalık tedavisinde şifacı; rehberlik etmeyi, eşlik etmeyi, yardım etmeyi, öğretmeyi ve ilgilenmeyi seven, güven, sevgi, umut ile hürmet içinde ruh ve vücut bütünlüğünü arayan kişidir. Çağlar boyu devamlılığı sağlanan bir halk tıbbı pratiği olarak şifacılığın, ‘iyileştirme’ veya ‘sağaltma’ pratiği olarak gelecek nesillere usta-çırak alakası sayesinde kurulan bağ üzerinden öğretildiği de anlaşılmakla birlikte halk tıbbı; deneyim birikimi, inanç sistemi ve tabiattan feyz alır. Hastalığın doğaüstü güçlerden kaynaklanabileceğini ve hastalığın tedavisinin de aynı şekilde doğaüstü güçler üzerinden yapılabileceğini kabul ederek ruh ve vücut bütünlüğü içindeki bir uygunlaştırma sürecini benimser. Böylelikle pratikler, yüzyıllar boyunca değişim yaşayarak pek çok kültürde aktarılagelmiştir. Öyle ki çağdaş tıbba bir temel hazırlayabilecek kapasiteye ulaşarak günümüze kadar da varlığını koruyabilmiştir. Ama her ne kadar bugüne varabilmiş olsa da bu zamana dek şifayı veren kimseleri düşününce tarih kimlerden yana taraf aldı, anmadan geçmeyelim: Michel Foucault’nun kitabı Deliliğin Tarihi tam da şöyle başlar: “Toplumları kapsadıkları, benimsedikleri ile dışladıklarının zıtlığı içinde okumak mümkündür. Yani evet dedikleri kadar, hayır dediklerinin de doğrultusunda.” Bu cümleyi uyarlarsak şayet, asırlarca statüko karşısında tehdit olarak görülen tabiri caizse hayır denilen kimseler olarak şifacı kadınların bu bağlam içinde nasıl varlık gösterdiklerini, tarihî süreçte öne çıkan örneklere büyüteç tutarak anlamaya çalışalım.
TARİHSEL GERÇEĞİN TA KENDİSİ: ŞİFACI KADIN
Hastalık ne kadar eski ise şifacılık da bir o kadar kadim bir uğraş… Bu geleneği icra edenler olarak şifacı kadınlar da artık inkar edilmesi imkansız tarihî bir gerçeklik. Kadının adı kuytu köşelere atılarak yüzyıllar boyu mecburi bir durum olmadığı sürece birden fazla kaynağa nakşedilmedi, ihmal edildi, görmezden gelindi. Geçmiş zaman içinde var olan cinsler arasındaki eşitsizlikten beslenen hegemonik yaklaşım, bugün nerede olursak olalım farklı biçimlere bürünerek yolumuza taş koyma niyetindeyse o gün de aynı zihniyet zuhur etmekteydi. Şifacılık marifeti nasıl ki kadının şifalı ellerinde can bulabilmiş bir pratik olsa da elbet ki yazılı kaynaklar çerçevesinde satır ortalarına itilerek erkek hâkim baskıya maruz kaldı. Bu tespit için çok düşünmeden şimdi bile geçmiş bugündür diyerek gün aşırı birebir şahit olduğumuz ve katiyen sıkça duyduğumuz kadına yönelik pek çok şiddet tipinden bile çıkarım yapabilmek mümkün. Bu yüzden yaşamın her alanındaki kadına dair eksikliği göz önüne alarak gölge içindeki bir alanı güneşe çevirmek için kendi adıma bir şifa’nın yolcusu olmak istedim.
Tarih boyunca ise şifacılık dediğimizde ebelerden doktor kadına, cadılardan tanrıçalara kadar yaşam ve sıhhatin sembolü olan pek çok özellik kadına referans vermiş, bu güzelleştirme geleneği içinde kadın aktif rol oynamıştır. Aksi olsaydı şayet, Sümerler’in aşk tanrıçası İnanna’dan, Antik Mısır şifa tanrıçası Serket’ten, Eski Yunan’daki doğum tanrıçası Eileithyia’dan, Antik Roma şifa tanrıçası Salus’tan, Hitit’teki şifacı tanrıça Kamrušepa gibi pek çok tarihi karakterden nasıl haberimiz olabilirdi ki?
VE GEÇEN ZAMAN…
Prehistorik insanın mağara duvarlarına çizdiği tasvirler ile başladığı düşünülen büyü, tarih öncesi çağlara ilişkin erişebildiğimiz kaynaklara göre insan varoluşunu güçleştiren şartları aşmaya dönük pratikler bütününü temsil eder. Lascaux Mağarası (Fransa), Altamira Mağarası (İspanya) ve Karain Mağarası’ndaki (Türkiye) örnekleri üzerinden yorumlanabilen şifacılığı, insanlığın ilk arayışlarından kabul etmek olasılıklar dahilindedir. Mağara duvarlarındaki dans eden veya avlanan insanlar, insan ve hayvan karışımı figürler, el görselleri, at, geyik, orman ve göl gibi betimsel ögelerin varlığı; bu tasvirlerin bir büyü, sanat yapıtı, iletişim veya başka bir amaç için yapılan farklı bir pratik yorumunu taşıyabilir. Ancak yine de bu görsellerin ne olduğuna dair sağlanan uzlaşı, daha iyi bir av pratiği sergilemek için avcıları kutsayan bir ‘av büyüsü’ olduğu niyetinde kesişiyor. Çünkü üst üste yapılabilen bu betimlerin seyir ve beğeni amaçlı yapılmadığı, korunması için özel bir çaba olmadığı münasebetine dayanarak resmedildikten sonra fonksiyonunu tamamladığı fikrini akla getiriyor. Bu yüzden bu görsellerin büyü olma iddiası elbet daha baskın görünüyor.
Tarih öncesi çağların yazıdan yoksunluğu, onu ancak arkeolojik veriler ve etnografik kaynaklar ile yorumlanabilir kılıyor. Bu yönden yazının ortaya çıkışı muğlak pek çok konuya açıklık getiriyor olsa da ironik bir şekilde şifacı kadınlar için tarihî süreç çok da şeffaf yürümemiş gözüküyor. Yine de bu alanda kadının var oluşunun simgesi olan bazı örnekler yok değil.
Mezopotamya’da MÖ 3’üncü bin yıl sonunda görülmeye başlanan tıbbi kaynaklar, bu dönem içinde şifacılık ve dolayısıyla halk tıbbına dair bize ipucu sunuyor. Özellikle reçeteler sayesinde halk tıbbına dair türlü bilgiler edinebiliyoruz. Öyle ki hastalığa yönelik uzmanlıklar, teşhisi yapılabilen rahatsızlıklar, tedavi yolları, ilaç hazırlanırken kullanılan materyal bilgisi, ilaç üretim prosedürleri ve cerrahi uygulamalar hakkında bilgilere erişilebilmekte ve bu sayede tıp ile din münasebetini de anlayabilmekteyiz. Ayrıca uluslararası yazışmalara benzer farklı birçok örneğin yanı sıra Assurbanipal Kütüphanesi’nde bulunan çivi yazılı dokümanlara göre tıbbi bilgiye mensup şifacı kimliğine sahip kimselerin varlığından da haberdarız. Örneğin, Şifa Tanrıçası Gula… Burun, göz ve kulak gibi organların kanaması, sarılık, sindirim sistemi rahatsızlıkları ve vücut ağrıları yaratmaya gücü yeten Tanrıça Gula aksi bir şekilde köpek ısırıklarını, sindirim sistemi rahatsızlıklarını, iskelet ve kas sistemi bozukluklarını düzgünleştirip vücut sıvılarını da dengelemeye muktedir bir mitolojik figür.
ANTİK MISIR’DA HASTALARI GÜZELLEŞTİRMEK İÇİN BÜYÜSEL PROSEDÜRLERDEN DE DESTEK ALDILAR
Antik Mısır’a baktığımızda şifacılık, Mısır’ın bir gizem ve sihir ülkesi olarak görülmesini sağlayacak kadar aktif, bir büyü kitabı yazılmasına imkan verecek kadar da yoğun. Büyü temelinde yapılanan düşünce sistemine işaret eden muska, tılsım ve ilgili bilgileri içeren papirüsler gibi arkeolojik buluntular, MÖ 4’üncü bin yılın başlarından itibaren görülmeye başlar. MÖ 3’üncü binyılın sonlarından MS 5’inci yüzyıla kadar ise büyüsel içerikli yazılı dokümanlar görülmeye devam eder. MS 7-8’inci yüzyıla tarihlenen Kıpti lisanında yazılmış aşk, iş gibi sosyal yaşama dair mevzularda başarılı olma sırrının açıklandığı reçete ve büyüleri içeren büyü kitabı içinde, hastalıkları tedavi etme amaçlı yazılan reçeteler ve büyülere de rastlamaktayız. Tabiplerin, bahsedildiği gibi Antik Mısır’da hastaları güzelleştirmek için icra ettikleri tedavi sürecinin yanı sıra büyüsel metotlardan de destek aldıkları anlaşılıyor. Bu tedavi içinde hastanın tanrısal gücün yardımını sağlamak adına onun mitolojik bir sembolle bütünleştirilerek iyileştirilmesi de söz konusu. Bu yüzden söz ettiğimiz dönem için büyü pratiğinde hükümran rol oynayan bir bedenin çürümesini önleyebilecek veya bir çocuğu yeniden canlandırabilecek büyüsel güce sahip olduğu düşünülen Horus’un annesi tanrıça İsis’i örnek vermek isterim. Bilge tanrıça İsis; kurnaz, kurtarıcı, azimli ve çalışkanlığı sonucu pek çok mite konu olmuş, gerisinde stel ve heykellere ismini bırakarak tarihe damga vurmuştur. Örneğin, ateşi yükselen hasta bir ilah mitolojik karakter olarak İsis’in oğlu Horus’la ilişkilendirilir. Bu mite göz attığımızda mitolojik kahramanların tanrısal gücün yanında tercih edilen bir tedavi seçeneği olduğunu anlayabiliyoruz. Mitte çölde ateş içinde kavrulan hastanın yanına gelen tanrıça İsis, hastanın yanına gelerek su olup olmadığını sual eder, hasta ise tanrıçaya suyun olmadığını ifade eder.
Oysa İsis, suyun kendisinin ağzında olduğunu söyleyerek Nil Nehri’nin sularının da uylukları arasında olduğunu belirtir ve bu konuşma ardından insan sütü, sakız ve kedi tüyü üzerine okunan büyü, hastaya tatbik edilerek güzelleşmesi temenni edilir.
Eski Yunan ve Roma’da da varlığından haberdar olabildiğimiz büyü, ikili cinsiyet bağlamında hem kadın hem erkeğin icra ettiği bir uğraş olarak karşımıza çıkıyor. Büyü konusundaki bu periyoda özgü somut bilgiler ise daha çok bu işi icra eden kadın şifacıların erkeklere göre doğrudan işi icra eden kimse değil erkeklerin yanında yardımcı bir rol aldığına işaret ediyor. Ama yine de önyargıya maruz kalsa da şifacı kadınlar hakkında yazılıp çizilen ‘Hippocratic Corpus’ ve ‘Naturalis Historia’ gibi bazı kaynaklar bizlere bu periyotta de şifacı kadınların varlığını hissettiriyor. Bu süreç, zaman zaman övgüye bedel görülse de çoğunlukla şifacı kadınlar için onların halk tıbbı konusunda ehil olduklarını göz arkası eden, görece kadını geri planda bırakmak isteyen ve onu yardımcı figür olarak gören ataerkiye karşı belirsiz bir imaj çizdiği bir zaman dilimi… Lakin artık geçmişten gelen bu belirsizliğin aşılarak önyargıların silinmek zorunda olduğunu en azından birkaç örnek üzerinden dahi iddia edebiliriz. Özellikle edebi kaynaklar arasında satır ortalarının izini sürdüğümüzde tabip Metrodora gibi şifacı kadınların kendi yazdıkları yapıtların varlığına şahit olabiliyoruz. Her ne kadar bu devrin şifacı kadınları toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden hissesini almış olsa da ikili cinsiyet hiyerarşisinde erkek şifacıların yazdığı kaynakların içeriğine bilgelikleriyle ister istemez dahil oldular. Üstelik şifacı kadınların jinekolojik tedavi teknikleri gibi sadece herhangi bir cinsiyete özgü bir hastalığın değil dermatolojik tedaviye benzer her cinsiyete uygulayabildikleri farklı tıbbi bilgilere sahip uzmanlar oldukları biliniyor. Bir kanıt olarak Homeros’un ‘Odysseia’ isimli yapıtında Büyücü Kirke olarak adı geçen ve bitkilere dair bilgisini kullanan tanrıçayı öne sürebiliriz. Tanrıça Kirke ise şu dizelerden bize selam veriyor:
“Kirke’nin bütün tuzaklarını, büyülerini, bir bir
sayayım sana:
Bir içki hazırlayacak, bir ilaç koyacak içine,
ama dinlemez büyü müyü benim sana vereceğim
ot.
Daha bitmedi, anlatayım bak dinle:
Kirke uzun değneğiyle sana vurur vurmaz,
çek sen de kalçandan sivri kılıcını,
öldürmek istermiş gibi atıl üstüne Kirke’nin.
Ödü kopacak, yatağına götürmek isteyecek seni,
sakın olmaz deme, hor görme tanrıçanın yatağını,
çok iyi bakılacaksın, yoldaşların da kurtulacak,
ama önce büyük andını içsin memnunların, zorla onu,
ant içsin sana bir daha kötülük etmeyeceğine,
yoksun bırakmayacağına seni gücünden ve
erkekliğinden,
soyununca sen anadan doğma, çırılçıplak.
Argos’u öldüren böyle konuştu ve kopardı otu
topraktan,
uzattı onu bana ve bir bir saydı özelliğini:
Çiçeği süt beyazdı, kökü kapkara,
ona ‘molü’ derlerdi rabler arasında,
koparamazdı onu hiçbir ölümlü insan,
ama yeterdi her şeye rablerin gücü.”
Eski çağlar ve bu süreci takip eden zaman aralığına baktığımızda başka coğrafyalar üzerinde yaşayan insan topluluklarının iyileşme pratikleri içinde de şifacılık, büyü yapılarak icra edilir. Yaygın bir şekilde kabul gören ve hemen hemen her topluluk için aynı anlayış ve teknikler üzerinden pratik edilen büyü geleneği, Anadolu coğrafyası içinde Hitit çivi yazılı evraklarından takip edilebilir. Kral Telepinu’nun yayımladığı Telepinu Fermanı’nda yer alan 50’nci madde bu bakımdan ilgi çekici görünüyor. Bu maddeden anlaşılan o ki dokümanın son üç paragrafını içeren bölüm miras, kan dökme ve büyücülük ile alakalıdır. Son paragrafa karşılık gelen buyruk, Hattuša’daki büyücülükle ilgili karara referans veriyor. Görünüşe göre yasal bir özelliğe bürünecek kadar fonksiyonel olan kara büyü, Telepinu dönemindeki Hitit toplumu ve kraliyet ailesinde yasaklanmıştır. Bu demek oluyor ki aile içinde büyücülük yapan bir kimse varsa eğer o kişi yakalanarak hükümdarın başkanlık ettiği mahkemeye yönlendirilir ama aynı zamanda bu durumu saklayan kişinin de zarar göreceği buyrulur.
Sıkça ilgi edilen büyü, farklı topluluklarda da dikkat çeker, biraz daha yakın tarihe geldiğimizde Ojebway Kızılderilisi bir kimse herhangi bir insana kötülük yapmak istediği zaman o insanın baş ya da kalp kısmına iğne batırarak veya okla delerek tahtadan bir suretini yapar. Bu uygulama ile iğne hangi kısmı delmiş ya da ok hangi kısma vurulmuşsa o kişinin anında bir acı hissedeceğine inanılır. Ama o kişinin hemen öldürülmesi amaçlanıyorsa, yapılan kukla, sihirli sözler eşliğinde yakılarak ya da gömülerek bertaraf edilir.
BÜYÜ, ÇOĞUNLUKLA NEGATİF İMAJ YÜKLÜ
Orta Çağ’da ise yazılı kaynaklara bakılınca hekimlik geleneğini sürdüren şifacı kadın rolünün periyodun ikonlarından biri olduğu görülür. Öyle ki Orta Çağ denildiğinde ‘Cadı Avı’ üzerinden ilk akla gelenlerden biri ister güzelleştirme ister zarar verme adına olsun hünerleri lisandan dile yayılmış şifacı kadın figürüdür. Çünkü aslına bakarsak büyü yapabilmek, şifa vermek, doğaüstü güçleri yönlendirebilmek ve yeri geldiğinde ilah ya da tanrıçaları manipüle edebilme gücüne sahip olmak azımsanamayacak bir kapasitedir. Hakikaten bu pratik, ak büyü yaparak adeta çağın insanını büyülerken, kara büyüyle de bir o kadar rahatsızlık verici olmuş. Büyü yapabilen şifacı kadınlar, güzelavrat otu kullanarak düşük yapma mümkünlüğü olan hamile kadının rahim kasılmasını önleyebilmiş, yüksük otu kullanarak da insanların kalp hastalığına çare olabilmiş. Bitkileri kullanarak bunun gibi kaç hastalığa tedavi uygulayan doğaüstü güce muktedir olarak ‘bilge kadın’ görece toplum gözünde kabul almış almasına ama mutlak güç ve otorite sahibi Katolik Kilisesi’ne karşı konumlandıkları için baskıya ve zulme de maruz kalmışlardır. Bu yüzden iyileştiren, verimlilik yayan veya zarar savuşturan kişiler olsalar da daima tam olarak benimsenmeyerek periyodunun dışlanan imgesi yani ‘öteki’ olmaya mahkûm edildiler. Hangi meseleye çare olursa olsun eski vaktin bilimi diyebileceğimiz büyü, çoğunlukla negatif bir imaj yüklüdür. Rahatsız edici tavır ile bir görülen ‘cadı’ kavramı, büyü yapmakla özdeşleşen bir süreci simgelediğinden bu durum elbette ki şifalı bitki konusunda uzman olan kadınların var oluşuna dair belli tarihselliklerin saf dışı bırakıldığı toplumsal ataerkil baskılara da işaret ediyor. Tam da bu nedenle ‘olumsuz kimlik yaratımı’nı yüklenmiş farklı ayrıntılara hamiledir. Peki, neden? Bu konuda bağ kurup ortaklaşabileceğimiz üzere şu sözler sanırım bir cevap olsa gerek:
“Kadınlar, her zaman şifacıydı. Onlar Batı tarihinin lisanssız tabipleri ve anatomi uzmanlarıydılar. Kürtajcı, hemşire ve danışmandılar. Onlar, şifalı bitkiler yetiştiren ve bunların nasıl kullanılacağıyla ilgili sırları birbiriyle takas eden eczacılardı. Evden eve, köyden köye dolaşan ebelerdi. Yüzyıllar boyunca kadınlar, diplomasız hekimlerdi. Kitaplar ve dersler onlara yasaktı. Anneden kıza, komşudan komşuya edindikleri deneyimleri birbirlerine aktararak birbirlerinden öğrendiler. Halk onlara ‘bilge kadın’, otoriteler ise cadı ya da şarlatan dedi. Tıp, kadınlık mirasımızın, tarihimizin ve doğuştan getirdiğimiz hakların bir modülüdür (Ehrenreich, English, 2023: 31).”
Her ne kadar yarar sağlayan şifacı tarafı olsa da kötücül istekler için de doğaüstü güçler kullandığı düşünülen cadı, şifacılık geleneğinin dinamiklerinden dinî ve büyüsel bağ kuran bir ilişki içinde kurgulanır. Bu duruma karşın doğaüstü güçlerini fayda sağlama amacı güderek kullanan kimse ise cadı kimliğine tezat bir şekilde kimliklendirilen şifa sağlayıcı ‘otacı’ veya ‘şifalı otlar bilgesi’ olarak isimlendirilen kadın figürüdür. Bu yaklaşım bir yandan her iki tarafı zehirli ot ve bitki tanıma yeteneği açısından kesiştirse de büyüsel pratiği ne bakımdan kullandıklarına dayanarak farklı resmetmiş, iyi gayeye dönük ak büyü ve kötü isteğe yönelik kara büyü ikiliğinden üretecek konuma sürüklemiştir.
Madalyonun öteki yüzünü de hesaba katarak düşününce büyünün kullanımı, şifa için kullanılan herhangi bir hususun dozundaki ölçünün dengesizliğinden insan ve hayvan tedavilerinde canlının yaşam ve ölüm sarkacında gidip gelmesine neden olmuş olabilir. Büyü teknikleri kullanarak hem güzelleşmeyi hem de büyücülük yapmayı yasaklayan kilise ise şifacılık gibi kendi işini yapan birden fazla kadını olumsuz imgeyle donatarak çocuk çalan, sakat bırakan, öldüren kötü aksiyonlarla damgalamış, cadı imgesinde eritmeye çalışmıştır. Bu durum, içinde olduğumuz coğrafyaya bir göz çevirip baktığımızda Anadolu kültürü örneğinde de devleşen bir örnek… Kocakarı ilacı kadının yaşlı, tecrübeli ve bilge olma halinden beslenen, ancak kadının ataerkil yapı içinde hem kendisinin hem de yapıp ürettiği her şeyin ikinci konuma itilmesinden kaynaklı da çağ ve mantık dışı denilerek bedelsiz görülen bir tedavi yöntemi.
Başka bir aracı kişi olarak gelecekten haber veren, kehanette bulunabilen hem dini hem tıbbi istikameti olan, şifa yeteneğine sahip ‘şaman’ faktöründen de söz etmek gerek. Kimi araştırmacılara göre izleri tarih öncesi çağlara dayandırılsa da yakın tarihe geldiğimizde yerli topluluklar için şefe bağlı bir kurum özelliği taşıyan dini ve toplumsal lider kimliği yüklenen dinî, büyüsel ve tıbbi uygulamalar yapabilen şamanlar, şifa veren kimseler olarak bilinir. Zaman zaman inanç çatışmasından kaynaklı sürgün benzeri baskılara maruz kalsalar da sağaltma törenleri ve büyüsel pratiklerin yanı sıra giysi kuşamı ve davul gibi aksesuarıyla sembolleşen şamanlar, birçok toplumsal rit ve mitolojik sözlü kültür ögelerinin nesiller boyu aktarılmasında kilit bir öneme sahip. Bu toplumsal fonksiyona hakim kişiler içinde güçlü, entelektüel ve karizmatik tabir edilen kadın şamanların da varlığı etnografik pek çok ispatın gösterdiği haliyle aşikar.
Şaman misyonları arasında maddi ve manevi güce içkin sağaltma, fala bakma, kurban töreni yönetme, yardımcı ruhlar aracılığıyla ruhlar dünyasıyla ilişki kurarak ruh yönetimi veya ölülerin ruhlarının öteki dünyaya geçirilmesi diyebileceğimiz işlev, hikaye anlatımı, şair ve şarkıcılık bulunur.
Ayrıca bazı topluluklar için doğuma da katıldıklarını söyleyebiliriz. Sağaltma, büyücü ve doktor benzeri toplumsal rolleri simgeleyen isimlendirmelerin adeta şemsiye terimi haline gelmiş şaman ve şamanların arasındaki kadın şamanlar da dini, tıbbi ve sanatsal yönden güçlü birer figür. Mihály Hoppál’ın ‘Avrasya’da Şamanlar’ isimli kitabında sıkça örnekler görebileceğimiz gibi kadın kimliğine ayrı bir ehemmiyetin gösterildiği Çin’de yaşayan bir topluluk olan Mançular için şaman kadın imgesi özel bir önem taşır. Çin halkbilimi içerisinde karşılaşabileceğimiz başka dikkat çekici şaman kadın örneği ise, Oroç topluluğunun efsanesine göre -bazı kaynaklar açısından iki kadın- ilk Oroç, kuşa veya balığa dönüşebilen şaman bayandır. En göze çarpan özellik ise uzunluk, aile veya klanın bir şamana kesinlikle ihtiyacı olduğudur. Lakin bir ‘halk hekimi‘ olarak bu mertebede olma hakkına erişmek çok da kolay değildir. Hakikaten Oroçlar’da şaman olmaya layık görülenler çiçek hastalığını yenebilen şahıslardır.
Kadınların aktif olduğu şifacılığa ilişkin bir başka kültürel oluşum, günümüzde de varlık gösteren ‘ocak’ denilen toplumsal kurumlardır. Bu kurumlar belirli hastalıkları tedavi ettiğine inanılan aile merkezli şifa dağıtıcı kurumlardandır. Ocak; ateş yakılan yer, maden, siyasi kurum, lonca, cemiyet benzeri birçok anlama sahip olsa da buradaki anlamı şifa hünerine hakim aile şeceresine referans verir nitelikte. Hastalığı bir eğitim süreci olmadan ana babadan miras alarak kendisine özgü yetenekler ve doğaüstü metotlar kullanarak güzelleştirme marifetine sahip kişiler veya aileler, ‘ocak’ ya da ‘ocaklı’ diye tabir edilen kimselerdir. Görece mucizevi gücü içinde barındıran bir ata soyundan gelerek özel güce sahip bu kişiler, hastalık tedavisi için çok farklı yollar kullanır.
Bağlama, düğümleme, kesme, eritme, yakma, sallama, ağrılı bölgeye cansız bir varlık tatbiki, çakma, toprak üzerine yatma suretiyle hastalığı toprağa nakletme gibi işlemleri izleyen bu tedaviler, büyüsel sürece tabidir. Herhangi bir yaş kıstası bulunmayan, çoğunlukla kadın ve erkeğin sadece aynı cinsler arasında uygulama yapabildiği, şifa yeteneğini kavrayan ve uygulama yapabilecek kişiler içinden devredilerek ‘el verme’ ya da ‘el alma’ ile erişilen bu mertebede el vermeden yapılan tedavi pratiği geçerli sayılmadığı gibi hastaya etki etmediği de düşünülüyor. Çok uzağa gitmeden konutumuzda dahi annemiz veya büyük annelerimizde denk gelme talihimizin çok yüksek olduğu ocak olma hali, örneğin, hastalıklı ciltlerin üzerine çizim yapmak gibi ritüelistik uygulamalar bakımından ayrı ayrı olsa da belli bir hastalığın tedavisinde uzman olmaları bakımından ortaklaşıyor. Siğil, uçuk, arpacık, sarılık, kırk basması, kısırlık, göbek düşmesi, afakan basması ve arterit gibi farklılaşan pek çok hastalığa derman olma amacı taşıyan ocaklar şimdiye dek dönüşerek varlığını koruyan kurumlardan… Bu kurumlar içinde erkek ve kadın ocaklı bir kimse olabilmekle bir arada kadınlar şifa gücü maharetine sahip hastalık iyileştiren, bir dileği yerine getiren, bazen ise iyi talih getiren kimseler olarak kendilerini gösterir.
Ana ve dede gibi isimlendirmeler yapılır ki örneğin özellikle Anadolu için özgün diyebileceğimiz ocak kurumuna en dikkat çekici örnek ise hepimizin az çok bildiği üzere doğum anı geldiğinde hamile kadına kolaylık sağlaması için şifa veren Fatma Ana sembolüdür. Kadın ve anne kimliğinin pekiştirilmesinin yanı sıra doğaüstü işlev taşıyan bir karakter olarak “Fatma Ana’nın eli değmiş gibi olsun.” ya da “Benim elim değil Hz. Fatma’nın eli, benim elimden senin eline…” gibi sözel transferler nesiller boyu dile pelesenk olup süregelen şifacılığın günümüzde dahi kadının halk tıbbı içinde şifacılık geleneği bakımından ne derece aktif bir özne olduğunun güçlü bir işareti… Kim bilir, bu gelenek de uzun yıllar öncesini akla getiren Ana Tanrıça Umay’ın yaşam bulduğu “Benim elim değil, Umay ananın eli…” tabirinde vücut bulan büyüsüyle günümüze varabilmiş bir pratik tahminen de.
En nihayetinde kadın, insanlık var olduğundan bu yana bazen ‘ölümlü bir insan’ bazen ‘ölümsüz bir tanrıça’ rolü sayesinde karşımıza çıksa da toplumsal konumu bakımından bir geleneğin hem taşıyıcısı hem de kültürel pratiği icra eden kişi olmasıyla aktaranıdır da… Bir halk tıbbı uygulayıcısı olarak çağlar boyu bitkilerin bilgisine hakim olmuş, şifa veren birçok otu tanıyıp, mistik etkiler de yaratan kadın, bu zamana dek kurgusal tarihin hezimetini yaşamış. Yine de kendisine ve etrafına daima şifa yayan ellerin sahibi olmuş, olmaya da devam ediyor. İşte bu yazıyla ‘geçmiş kayıp belleğimiz’de unuttuğumuz ‘kadın’ın varlığını yeniden anımsayabildiysek ne mutlu!
* İstanbul Üniversitesi, Sosyal Antropoloji Anabilim Dalı, Doktorant.
Diğer Güncel Haberler İçin Tıklayın / Bursa Haber – Bursa Gündem – Bursa Gündem Haber – Bursa Haberleri – Bursa Son Dakika
Bizi İnstagram’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Bizi X’de Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHbr
Bizi Facebook’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Bizi Youtube’da Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
Bizi Linkedin’de Takip Edebilirsiniz / @BursaGündemHaber
İstanbul Bienali’nin Direktörü Tohmé