32,6645$% 0.32
35,5639€% 0.42
2.509,16%1,72
4.049,00%1,37
16.220,00%1,37
2.390,92%1,48
10.851,78%-0,19
Suzan Samancı’nın yeni Kürtçe romanı “Payiz ya da Ziyap”adıyla Avesta yayınları tarafından yayınlandı. Postmodernist bir şekille yazılan roman bir gecede yaşanan olayları odağına alıyor. Ferdi ve toplumsal eşitsizliklerle üzerinden yerelden evrensele uzanan bahislerin zamansızlık ve yersizlik uzantısıyla her beşere dokunabilecek içeriğe sahip. İç içe geçen kültürler, birbirinden ayırt edilemeyen gerçekle hayal gibi birçok durumu ve tavrı bir ortada tutmayı başarıyor. Fakat bilindiği gibi modernist anlatılarda vaktin kırılganlığı, mekânsal dönüşümler ve kurgulanan karakterler öne çıkmaktadır. Gerçeklik ve kurmaca ilişkisini/ çelişkisini belirsizleştiriyor. Kurgulanan karakterin kimliği yaşadığı yerden bağımsız değildir. Kendini ötekileştirilen anlayışın merkezinde anlatıcıya dönüşüp faal bir figür olarak belirginleşirken, kendini yeniden yaratıyor ana karakter.
Bilinçaltına uzanan romancı bütünüyle dışsal gerçeklikten kopmaz. Sorgulamalar, arayışlar, tenkitler, ümitsizlikler, isyanlar bilinç-bilinçaltı arasında bazen yüzeye çıkar bazen derine inerler. Metnin tamamına yakını içsel sarkmalara, zihinsel algılara, şuur akışından, bellek oyunları ve bilinçaltından bir “Puzzle” çıkar. Müellif, diyalojik bir anlatıda, başkahramanın olduğu kısımlarda ya da anlatı metninin tamamında ortadan çekilir. Bunun nedeni ise, bir özne olarak başkahramanın kendi telaffuzunu dile getirebilmesi için gereklidir. Okur ve başkahraman karşı karşıya kalmıştır ve kendi söylemi için sesinin okur tarafından anlaşılması kıymetlidir, ekseriyetle bu çoklu özne, birbiriyle çarpışır, parçalanır ve yeniden oluşur.
Yazar bilinçaltı faktörünün insanın derin ve örtülü gerçekliğe götürdüğünü birçok nedene bağlı olarak ifade ediyor. Lakin bu noktada şuur akışı, bilinçaltı labirentlerinin sembolik uyaranlarla dolu yollarında kişisel ve toplumsal varlığın temaslarını romanlaştırma tekniği olarak yaşamaya devam ettirmektedir. Dolayısıyla, çok lisanlı ve çok kültürlü metinlerde karnavallaşmanın geniş bir tabana yayılmasının gereği budur. Kültür ve dil çeşitliliği sayesinde çoklu anlamların/yorumların belirmesiyle metnin yapısı/dokusu da değişmeye başlar.
Suzan Samancı’nın özneleri birbirleriyle eşit aralıkta dururlar, tıpkı karnavallaşma kavramında olduğu gibi ben ve öteki arasında bir alakanın olmasıyla öznenin kendi şuurunun ne olduğuna ve ne olmadığına varması için böyle bir yakınlaşmanın anlamı söz hususudur. Payiz’in aksi yüz edilmiş şuurundan Türkiye’nin ve Kürdistan’ın sosyo-kültürel, tarihi gerçeğini görürüz. Her şey hem “PAYİZ hem de ZİYAB” tır. Kişiselleşen Payiz’in çokluğa dönüşmesiyle varlığın kimliği çoklu özneye dönüşür ve bu başkalarını de temelden etkiler. Örneğin romanın ana karakteri mısır piramit desenli battaniyeye bakarken söz konusu örtüde yer alan figürlerin dans etmeye başladığını görüyor. Payiz’in bilinçaltında her simge, her ses, her anımsama eril bir şiddete dönüşürken, simgeler devindikçe baba figürü daha da belirginleşiyor. Samancı bu süreçte kişinin var olabilmesinin ötekiyle olan alakasıyla anlamlandırılabilir gerçeğini imliyor. Toplumsal literatürde, toplum neyse, birey odur ve insanın varlığı toplumsal şartların belirlediği kabul edilir.
Tıpkı Franz Kafka yapıtlarında nasıl, kendine has o kaotik zaman-mekân ikilisini yaratmışsa, bireyselliğinin etrafında çoklu özneleriyle var olan Payiz’de tüm sınırları zorlar. Bir sarkaç gibi şuuru ve bilinçaltında gidip gelirken aşmak ister, bunu yaparken de düşlerini duvarların ötesine geçirir, vaktin algısıyla oynar, yaşamın bilinen yüzü yerine gerideki söylenmek istenmeyenler, inkâr edilenler, çarpıtılanlar, asıl olanlar ateş böcekleri gibi ipilder.
Gerçeği su yüzüne çıkarmak için insanın öncelikle kendine yabancılaşması gerekmektedir; gece düşsel seyahatini yaparken tarladaki sanrıda zıddının dediği gibi, “Eriyik olmak gerekir.” Kendine yabancılaşma, çatışkı, çelişki, korku ve yok oluş, işte bu yabancılaşmanın yeniden oluşu da varoluşçuluk olarak da tanımlanacaktır. Kadın ana karakterimiz varoluş seyahatini babası ve annesinde gördüğü yaşamsal işaretlerin yanı sıra etrafında bir devinim halinde olan birey/toplum dönüşümlerine karşı da mücadele halindedir.
Bu noktada birçok muharririn kaleme aldığı baba/oğul çatışkısını Samancı baba/kız çatışkısı olarak ele alıyor. Babanın devlet ile olan bağı kızın babasına olan nefretini derinleştiriyor. Ana karakterin yatak odasına geçer, piramitli motifi gördüğünde hayali bir seyahate çıkar. Karyolada bir erkek vardır ve babasına benzemektedir. Yazmaya başlar, yüreğindeki öfke dinmez, kalemini kulağına batırıyor, kanadığını görüyor lakin bir irkilmeyle akan sıvının kan değil mürekkep olduğunun ayırdına varıyor. Hayalinde ve düşlerinde her zaman babasını öldürdüğünü görüyor. O gece yazmaya başladığında, adamın kahkahasını duyuyor, artık hayalleri alıp başını gidiyor. Müellifin çabası bu doğrultuda mürekkebin ataerkil yapıya direneceğinin ve lakin değişimin, dönüşümün ve gelişimin böylelikle olacağına vurgusu üzeredir.
Payiz’in bir gecede şuurundan yansıyan, düşleri, endişeleri, kâbusları, düş ile gerçeğin birbirine geçişinden, ân a, şimdiki vakte gelindiğinde, mahalledeki marketçiyi, kapıcıyı ve komşuları görürüz. Necip Mahfuz’un “Midak Sokağı” romanı düşsel gerçeği içermese de, tıpkı Payiz’in isimsiz sokağın da Midak Sokağı’ndaki gibi yaşama dair her şey vardır. Omurdaki bütün karakterler burada kendince bir rol üstlenmiştir. Sokak aslında yaşamın kendisidir ve burada tüm dünyanın yaşanmışlıkları yer alır, Payiz’in isimsiz sokağı ve kentinde olduğu gibi. Bu kentte, polis sirenleri, ev baskınları, dehşetler, tehditler, aniden kaybolanlar, takkeli muhafazakârlar, kahveciler vardır. Apansız kaybolmalar… Faili meçhullerin Cumartesiye bakan eşiği. Çaresizliğe ve kimsesizliğe bulanan yazgılar.
Samancı yaşadığı coğrafyanın aynası niteliğinde. Neredeyse ürettiği her metinde yer edinen toplumsal bir çaresizlik doğduğu coğrafyanın değişmeyen kaderi gibi. Coğrafyaların kaderi kendine has bir lisanını yaratır. Lisanın barındırdığı gizemli derinlik jenerasyondan jenerasyona adım atarak gelişimini ve alanını büyütürken, anadilinin ücra yerlerine varıyor. Şiirsel lisanının yanı sıra günlük hayatta hiç fark etmediğimiz kendine has telaffuzlara yer veriyor. Özellikle doğduğu coğrafyanın çeşitli yörelerine mahsus tabirlerini, atasözlerini, telaffuzlarını sıklıkla kullanır.
James Joyce’nin “Ulysses”i on sekiz saatte geçiyor. O da yapıtlarında bitimsizlik ve deneysizlik kuramlarıyla oluşturduğu metinlerinde geçmiş ile bugünü eşdeğer gören bir edebi metin yaratır. İlyada Destanı’ndaki geçen süreyi, Virgilus’un Aeneis’si, Dante’in İlahi Komedyası gibi metinleri kendi zihinsel oluşumuyla yeniden yorumlarken, Joyce’un labirent gibi sokakları, odaları, koridorlarda insanı esir düşürür. Necip Mahfuz ise, bunun için bir sokağı belirler ve kurguyu buna göre yönlendirir. Kafka da, James Joyce gibi bireyin iç dünyasını yansıtan betimlemeleriyle, bir labirente sürükler, bu sürükleyişte insanın kendi başına bir hiç olduğunu, topluma dâhil olsa bile, sonuçta tekbaşınalığın yarattığı yabancılaşmanın ipuçlarını görürüz. Bir gecede geçen “Payiz ya da Ziyab” ın bilinçaltından fırlayan kılık değiştiren korku ve niyetleriyle doksanlı yılların o kaotik atmosferini, kontr- gerillaya yem olup tetikçi olan bir babanın gaddarlığında görürüz. Payiz, anne ve baba üçgeni adeta Türkiye’nin ve Kürdistan’ın girift gerçekliğidir.
Samancı’nın Türkçe ve Kürtçe romanlarındaki çoklu anlatım zenginliği, onun metinlerinin bitimsiz ve deneysellik içeren güçlü, edebi ve felsefi bir derinliğe sahip olma özelliğini sergiliyor. Fransız Edebiyatı’nda saygın bir yeri olan Alain Robbe-Grillet ve daha başka müellifler “Yeni Roman” akımını başlatmaları, bir vahi değildi, Fransa’nın Avrupa’nın toplumsal şartlarının dayattığı gerçeklikti. Modernist, postmodernist ve “Yeni Roman” akımlarında karakterler, bilinen zaman-mekân kavramlarının dışına çıkarlar. Yeni Roman akımına göre, karakterin varlığı ya da yokluğu bile romanın kurgusunu değiştirmez. Karakterlerin birden fazla güçsüz, silik ve ürkektir. Kimileri huzursuz, çaresiz ve zavallı durumundadır. Kişinin varlığı da yokluğu da metnin kurgusunu etkilemez. Payiz ya da Ziyab” romanın ana karakteri Payiz ve onu besleyen çevreleyen yan karakterleri de beşere dair olan her türlü duygu fikre tüm çıplaklığıyla sahiptir. İnsan olan ve olduran bir varlık olarak düşünüldüğünde “İnsan tabiatı nedir?” sorusunun çok önemli olduğu görülmektedir. Zira yaşamın anlamı ve amacı, insanın yapabilecekleri ve başarabileceklerinin temelde insan tabiatına ilişkin niyetlerden geçtiğini gösteriyor.
Samancı, karakterlerini zaman içinde düşsel bir süreklilikte bir ileri-geri oynamalar yaparak onları her türlü evcilik oyununa davet ediyor, tarihi, mitolojik seyahate çıkarken, vaktin göreceliğinden yararlanarak bilinen fizikî kalıpların dışında bulunan uzamsal boyutlara taşımayı biliyor. Bunun sonucunda da anlatımın temel yapısında bir bellek-zaman, bir yok-zaman anlayışı ortaya çıkmıştır. Müellifin bellek oyunlarıyla olay örgüsünü akışkan olmaktan çıkarıp kurgusal yapıyı eşzamanlı tanımsallığa dönüştürüyor.
Dublin kenti, nasıl Joyce’un iç sesi üzereyse, Diyarbakır, “Surlu Kent” de Suzan Samancı’nın iç sesisidir, o denli bir ses ki, yaralı, göçebe, yavaşça ve derinden isyan eden bir ses. Samancı’nın vazgeçemediği kenti Diyarbakır, birden fazla zaman isimsizdir, simgelerle vurgu yapılır, tıpkı Joyce’nin bir manada başında yaşadığı kurgu ve monolog ile o da kendi kentini oluşturmuştur.
Modernist romanda bir karakterin özgürlüğünü koruyabilmesi için kendi varoluşunun şuurunda olması gerekir. Samancı’nın karakterleri daima şuurludur, entelektüeldir, kitap kurdudur. İşten atılan ve buhrana giren Payiz, kitap dolu odasında, şarap şişesinin tıkırtısında, ay ışığının haleli yansımasında, okuru varoluşsal yolculuğuna çıkarırken, “Minör edebiyatın” tüm imkanlarını kullanırken, poltik atmosferin gerisinde, kadının yazmasına, siyasallaşmasına ve özgürlüşmesine dikkat çekiyor.
Özgürce ve özgün yaşam isteği insanlık tarihi boyunca daima istenen adil, eşit, sömürüsüz bir dünyanın geleceğinde olan kimi zaman ulaşılabilir kimi zaman uzak gerçeklik… Böyle bir yaşamın varlığı geçmişte var mıydı bilinmez fakat bunun hiçbir değeri yok zira içimizin en derin yerlerinde böyle bir yaşamın olduğuna/olacağına dair seslerin varlığı bazen bir şiir, bazen bir hikaye ya da bir roman ile yanı başımızda yankılanır. Samancı bu noktada önemli bir sese dönüşüyor. Kadının özgürlüğü şiir, edebiyat ve sanatla gelecektir. Bu oda imgeseldir ama gerçekçi bir yanı da vardır. Kadının özterk bir yapı içinde kendine ait fikirler üretmesi ve bunları yazması sonucunda, bu oda dışa açılacak bir kapı olacaktır. Odanın kıymeti fonksiyonel ve düşünsellik üretimi açısından değerlidir. Suzan Samancı için gerçek özgürlük: Edebiyat şuuru, sanat ve üretimdir.
Araç Alev Aldı, Sürücü Son Anda Kurtuldu
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.