32,8826$% -0.25
35,1821€% -0.54
2.449,68%-0,30
4.001,00%-0,17
16.005,00%-0,18
2.326,34%-0,04
10.647,91%-0,31
Oğuz Kaan Salıcı*
Türkiye 31 Mart 2024’te bir yerel seçim sürecinden çıktı. Kamuoyunda yerel seçimlerin ele alınma biçimine baktığımızdaysa sonuçların esasen gelecek genel seçimler için bir gösterge olma ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kimlerin aday olması gerektiği sorusuna bir cevap bulma üzerinden değerlendirildiğini görüyoruz. Seçim sonuçlarının bu şekilde kıymetlendirilmesi kısmen anlaşılır. Çünkü önümüzde dört yıllık seçimsiz bir dönem var ve önümüzdeki süreç boyunca halkın siyasi tercihleri ve yönelimlerine dair görüş ileri sürerken referans alabileceğimiz en güvenilir veriler bu seçim sonuçlarına dayanacak demektir.
Bununla birlikte yerel seçimi siyasal bakımdan manalı kılan asıl farklılığı başka bir yerde aramak gerekiyor. Bu farklılık esasen genel seçimlerde amacının altında kalan CHP’nin bu kez birinci parti olarak öne çıkmasıyla ilgili. 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde CHP belediye başkanlıklarında yüzde 37,8, il genel meclisinde yüzde 34 oranında oy alırken, AKP sırasıyla yüzde 35,5 ve yüzde 32,8 oranında oy aldı. Sonuçlar sadece CHP’nin birinci olması açısından değil, AKP’nin kurulduğu günden bu yana ilk sefer birinci olamaması açısından da ilgiye bedel.
Diğer bir boyutuysa, CHP’nin hem oy ölçüsünü hem de oy oranını arttırması şeklinde kaydedebiliriz. 9 ay gibi kısa bir sürede meydana gelen bu değişimi açıklayan farklı yaklaşımlar var ve elbette birden fazla yorum mümkün. Lakin genel eğilim, oy ölçüsündeki artışı seçmenin stratejik oy davranışına, oy oranındaki artışıysa hoşnutsuz AKP seçmenin sandığa gitmemesine bağlama yönünde. Ne var ki probleme seçim aritmetiği açısından bakınca açıklayıcı olan bu yaklaşımlar, iş seçimin siyasi manasını açığa çıkarmaya gelince tek başına kâfi olmaktan çıkıyor.
31 Mart seçimlerini anlamak
Yerel seçimlerin siyasi manasını belirginleştirmek için izlenecek en uygun yol genel seçimlerle bir karşılaştırma yapmak olsa gerektir. Cumhur İttifakı, derinleşen yönetim krizinin sebep olduğu hoşnutsuzluğun 14-28 Mayıs seçimlerinde sandığa yansımasını şu iki taktiği bir ortada kullanarak engelledi: Güvenlik ve asayiş telaffuzunu öne çıkardı ve bonkör bir seçim iktisadı uygulayarak hayat pahalılığının olumsuz etkilerini bir ölçü bastırdı. Lakin yerel seçimlere gelindiğinde ekonomi artık duvara dayandığı için böyle bir seçim iktisadı uygulama imkânı da kalmamıştı. Bu durum geçim sıkıntısı içindeki milyonların yansısının, adeta bir okyanusun kabarmasına benzer bir şekilde sandığa yansımasına yol açtı.
Bence 31 Mart seçimlerinin siyasal manasının açığa çıktığı yeri burası temsil ediyor: Uzun müddettir seçmen çoğunluğunu Cumhur İttifakı’nın siyasi platformunda bütünleştiren güvenlikçi ve asayişçi telaffuz, Gezi sürecinden bu yana ilk kez yerel seçimlerde ikinci plana düştü. Bu telaffuz siyasetin önünü o denli bir tıkamıştı ki pandemi sürecindeki kötü yönetim, yanlış ekonomi siyasetlerinin sebep olduğu enflasyon ve hayat pahalılığı veya 11 ili sarsan deprem felaketindeki yönetim zaafiyeti gibi hayati sorunları bile layıkıyla tartışma imkânı bulamadık.
Bugüne kadar demokratik siyaseti betonlayan “beka siyaseti” demagojisi bu sefer seçmen davranışları üzerindeki belirleyici tesirini kaybetmiştir. Sıkıntıya buradan yaklaşınca yerel seçim sonuçlarına sadece kimin Cumhurbaşkanı adayı olacağı açısından bakmak veya gelecek genel seçimle ilgili ipuçlarına indirgemek tartışmada temel olanı ıskalamak anlamına gelir. 31 Mart seçimleri, CHP’nin 2019’daki yerel seçim zaferini perçinleyip daha ileri götürmekle, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında ülkemizi yeni bir “demokratik atılım” momentine taşımıştır. Böylesi bir atılımın temel aktörüyse artık CHP’li belediyeler olacaktır.
Siyasetin yeri ve imkanı: Belediyeler
Bu da demek oluyor ki CHP’nin ihtiyaç duyduğu siyaset kanalları genel merkezin duvarlarına da parlamento sandalyelerine da sığmayacak boyuttadır. Çünkü bilinen hiçbir yasal nizama uygun olmadığı için ismine Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen sistem, devleti kuran Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni krize sokarak ve onu bir noter kurumuna çevirerek siyasete zarar vermektedir. CHP’nin var gücüyle muhalefet ettiği ve etmeye devam edeceği bu sistem halka kutuplaşmadan başka hiçbir şey sunamayacaktır.
Öyleyse Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e giden yolun taşlarını karar yetkisini haiz belediyelerin üreteceği siyasetle döşemek ve CHP’nin iktidar seyahatini bu tabandan başlatmak gerekir. CHP, ana muhalefet partisi olarak denge ve denetim misyonunu yerine getirmekle kalmayıp; parti şuurunda erkler ayrılığının bir parçası olduğunu hissetmelidir. Bu erk, yerel idarelerdir. Erkler ayrılığı unsuru sadece egemenlik yetkisini kullanan anayasal kurumlar arasında değildir. Dolayısıyla yerel ve merkezin dengelenmesi, merkezin denetlenmesi ve gücün aşağıya doğru delege edilmesi demokratik bir içerikle parlamenter sistem ufkuna kazandırılmalıdır.
Siyasetin yerel eliyle güçlendirilmesinin yolu ise kuşkusuz belediyelerin siyasallaşmasından geçer. Böylesi bir hamle için bir yandan ideolojik ve politik duruştan mahrum, pragmatik liderlik unsuruna dayanan, şirket CEO’su ile belediye başkanı arasındaki farkı silikleştiren, hizmet odaklı nötr telaffuzun depolitize eden büyüsünden kurtulmak; diğer yandan da sosyal demokrasinin adalet, insan onuru ve dayanışma gibi kozmik kıymetlerine meydan okuyan, akıl dışı, gerici ve ırkçı siyasi telaffuzların kurduğu tuzaklara düşmemek gerekir.
Belediyecilik sokaktaki çöpü kimin toplayacağına, mahalledeki suyu kimin akıtacağına sıkıştırılamaz. Bu rutin süreçleri herkes yapabilir. Aynı zamanda belediyeler sözgelimi Yargıtay gibi tarafsız olması beklenen bir kurum gibi de kavranamaz. Dahası, Türkiye’nin mevcut durumunda belediyelerin Yargıtay’dan daha az siyaset yapan kurumlar olması ise açıklanamaz.
Yeni belediyecilik hamlesi
Artık şu saptamayı yapmak büyük bir ehemmiyet taşıyor: Yeni bir belediyecilik atılımına muhtaçlığımız var. Bu siyasi atağın özünü belediyeleri Türkiye için hayati ehemmiyetteki şu üç sıkıntıyı ana gündemi olarak belirleyecek bir demokrasi platformu şeklinde yeniden tanım etmek oluşturuyor:
O halde önümüzdeki görev sadece içinden geçtiğimiz devrin şartlarınca gerekli kılınan yerel hizmetlere uyarlanmış yeni bir belediyecilik anlayışı geliştirmekten ibaret değil. Bu yolla genel siyasi iklimi değiştirmek ve ülkenin demokratikleşmesinin ön koşullarını da oluşturmak zorundayız. Türkiye’nin siyasi tarihinin evvelki kademelerinde da buna benzer iki farklı evreden geçmiş, bu geçiş sürecinde yerel idarelerden açığa çıkan siyasi enerji ülke geneline yayılarak siyasetin çehresini değiştirmişti. Bu evrelerden birincisi temel aktörü CHP’li belediye liderleri olan “sosyal belediyecilik” hamlesince, ikincisiyse RP-AKP çizgisindeki belediye liderlerince geliştirilen “muhafazakâr belediyecilik” hamlesince temsil ediliyor. Bugün ihtiyaç duyduğumuz belediyecilik atılımının izleyeceği yolu belirlemek için her şeyden önce geçmişin mirasını belirlemek ve içinde bulunduğumuz siyasal ortamı şekillendiren çerçeveyi gerçekçi bir şekilde çizmek gerekiyor.
İki farklı belediyecilik anlayışı
Yerel idarelerin siyasi tarihimizdeki uzun geçmişi şunu net olarak gösteriyor: Türkiye 70’li yıllara varıncaya dek sözün gerçek manasında bir belediyecilik anlayışından mahrum kalmıştır. Belediyeler, merkezi hükümetin, tabiri caizse, “koltuk değneği” olarak görülmüş ve merkezde üretilen siyasetleri ülkenin ücra köşelerine taşımakla yükümlü bir hükümet kuruluşu gibi değerlendirilmiştir. Belediye kurumları yerel idarelerin kozmik unsurları olarak kabul gören yerinden yönetim, yerel iştirak veya yerel demokrasi gibi kurucu unsurlara dikkat edilmeden yapılandırılmıştır. Bu nedenle, o periyotların yerel yönetim önderlerinin tüm özverili ve ehil gayretlerine rağmen, belediyeler sözün dar manasında hizmet vermekle hudutlu, merkezi hükümetin eksiklerini tamamlayan, teknik sıkıntıları çözen bir idari aygıt olmanın ötesine geçememiştir.
Fakat bu durum 70’li yıllarda esasen CHP’li belediye başkanlarından oluşan bir inisiyatifin müdahalesiyle değişmiştir. Türkiye, bazılarının “yeni belediyecilik” olarak da isimlendirdiği, “sosyal belediyecilik” evresinden geçtikten sonra belediyeciliğin anlamı geri dönüşsüz bir şekilde yeniden tanım edilmiştir. Değişim, 70’li yıllara varıldığında iç göçle nüfusu giderek artan kentlerin artık merkezden belirlenen siyasetlerle yönetilebilir olmaktan çıkması gerçeğinden dolayı bir ihtiyaç halini almıştı. Bu gerçek karşısında periyodun CHP’li belediye liderleri yerel demokrasi vurgusunu öne çıkarmış, hızlanan kentleşme dinamiklerinin yarattığı “sosyal sorunu”, yani yoksulluk sıkıntısını sosyal refah siyasetleriyle çözmeyi belediyeciliğin temel gündemi olarak belirlemişti.
Kent fakirlerinin barınma, ısınma, istihdam ve geçim çeşidinden sorunlarını çözmeyi odağına alan toplumcu bir yerel hizmet yaklaşımı ve katılımcı, demokratik bir çerçevede belediyeleri politikleştirmek ve böylelikle basit bir “idari aygıt” olmanın ötesine geçirmek sosyal belediyeciliğin bugüne mirasının en önemli iki boyutunu oluşturur. Gelgelelim 12 Eylül ile ülkenin olağan demokratik gelişiminin kesintiye uğraması bu sürecin yaptığı katkıları büyük ölçüde görünmez kılmıştır. Bu yaklaşım 1989 yılında SHP çatısı altında tekrar yerel idarelerde bir güç haline gelme fırsatı bulmuşsa da o dönem yerel idareler etrafında patlak veren ve yapılan çok önemli işleri bugün hatırlanmaz kılan yolsuzluk tartışmalarının yolu tıkamasıyla bütün meyvelerini veremeden sönümlenmeye terk edilmiştir.
24 Ocak kararlarının toplumsal sonuçlarını tüm boyutlarıyla idrak ettiğimiz 90’lara, giderek dozu artan insan hakları ihlalleri ve tırmanan şiddet olaylarının etkisiyle köylerden kentlere akın eden yeni bir nüfus hareketinin etkisi altında girdik. Türkiye yerel idarelerde “muhafazakâr belediyecilik” evresi olarak tanımlanan belediyecilik anlayışıyla bu koşullar altında tanıştı. Bu evreden günümüze kalan mirasın en önemli boyutunu hükümetlerce uygulanan neoliberal siyasetlerin fakirleştirici etkilerini belediyeler eliyle yürütülen “sosyal destek” programları aracılığıyla dengelemek oluşturur. Seçilmiş toplumsal kümelerin veya belli şartları yerine getiren kentli bölümlerin ihtiyaçlarını baz alan yardım paketleri dağıtmak veya Ramazan aylarında hizmet veren iftar çadırları kurmak gibi faaliyetler bu cinsten sosyal destek siyasetlerinin başat örnekleri arasında gösterilebilir.
Muhafazakâr belediyeciliğin ikinci boyutuysa RP-AKP çizgisi boyunca yerel demokrasi siyasetlerinde izlenen ikircikli ve istikrarsız tavır tarafından temsil ediliyor. Bu çizgi merkezi hükümet kuruluşları üzerinde kendi denetiminin zayıf olduğu dönemlerde, AKP’nin ilk periyotları de dahil, yerel demokrasiyi geliştiren bir yaklaşımı savunur görünüyordu. Lakin merkezi iktidar kuruluşları üzerindeki kontrolünün artmasına paralel olarak yerinden yönetim prensibine muhalif, yerel iştirak ve demokratik temsil karşıtı uygulamaları birbiri gerisi sıra hayata geçirmekte tereddüt etmedi.
Bu ikircikli tavrın vardığı son noktayı yapılan yasal düzenlemelerle büyükşehir belediyelerinin almış olduğu biçim üzerinden gözlemleyebiliriz. Bilindiği üzere 12 Eylül sonrasında 3 olarak belirlenen büyükşehir belediye sayısı, süreç içinde arttırılmış ve bugün 30’a ulaşmıştır. Büyükşehirlerin yetkisinin arttırılması ve merkezi hükümet karşısında güçlendirilmesi, şehir merkezlerinde zayıflayan gücünü kırsalın etkisiyle tahkim etme çabası muhafazakâr belediyecilik yaklaşımının yerel demokrasiden anladığı tek şey olmuştur. Bu nedenle büyükşehirlere bağlı köylerin hukuksal statüsü değiştirilmiş, İl Özel Yönetimleri lağvedilmiştir. Erdoğan’ın daha İstanbul belediye lideriyken savunmaya başladığı yerelin merkez karşısında güçlendirilmesi siyaseti, bu yolla “yerelin merkezileşmesi” sonucunu vermenin ötesine geçemedi. Merkezi yönetim ile yerel arasında, merkeze göre yerel ama köylere göre merkez olan orta büyüklükte “ara merkezler” yaratılmasına dayalı bu yaklaşım yerelin yerelden yönetimi prensibiyle açık bir çatışma içindedir.
Belediyelerin önündeki demokratik seçenek
Bu durum, yerel idareleri merkezin uzantısı olarak gören ve yerel demokrasiyi yok sayan 70 öncesi belediyecilik anlayışının AKP çizgisince geri döndürülmesi şeklinde de anlaşılabilir. Türkiye’de sosyal belediyecilik uygulamalarıyla kökleşmeye başlayan “yerel demokrasi” anlayışının yerini AKP’nin parti çizgisini temsil eden ve ne olduğu tanım edilemeyen “yerli ve milli oluş” anlayışının alması demokrasimize büyük ziyanlar vermiştir. Yerel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı tartışmaya açılmış, bazı yurttaşların seçilme hakkı gasp edilmiş ve daha da berbatı belediye liderleri yerine kayyım atama gibi merkezi idarenin vesayetini derinleştiren demokrasi karşıtı uygulamalar yaygın bir şekilde uygulanmaya başlanmıştır.
Merkezi hükümet ile yerel idareler arasındaki yetki ve görev paylaşımını belirleyen anayasal düzenlemelerin vesayetçi boyutunu vurgulamak da büyük bir değer taşıyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi belediyelerin mali ve idari ve yerel kapasitesini ortadan kaldıracak derece geniş yetkilerle donatılmıştır. Pandemi devrinde belediye çalışmalarına getirilen kısıtlamalardan deprem gibi doğal afet süreçlerinde belediye faaliyetlerinin engellenmesine uzanan bir ölçekte merkezi idarenin vesayetini yerel siyasetin her seviyesinde hissetmek mümkündür. Yerel demokrasinin faal bir yönetim ile çelişmediğini göstermesi açısından şunu belirtmeyi de önemli buluyorum. Devlet başkanına böylesi geniş yetkiler tanınması sorgulandığında sık sık idarede aktifliği arttırmak münasebeti ileri sürülüyor. Meğer 6 Şubat sarsıntılarında Cumhurbaşkanlığı Hükümeti’nin hiç de dendiği gibi “hızlı ve etkili” bir yönetim kapasitesi üretemediği açıkça görüldü. Milletin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne bir gün ihtiyacı oldu, o gün de sistem enkaz altında kaldı.
Şimdi ihtiyaç duyduğumuz belediyecilik hamlesi geçmişten devraldığı mirası böylesi bir siyasi atmosferde geleceğe taşıma vazifesiyle karşı karşıyadır. Başka bir deyişle, sosyal refah uygulamalarının yerine sosyal destek siyasetlerinin ikame edildiği ve yerinden yönetim prensibinin yerini merkezi vesayetin aldığı bir siyasal ortamda yeni bir vizyon geliştirmemiz gerekmektedir. Eğer işler hayatın zaten akışına bırakılırsa, bizi bekleyen sosyal demokratlar eliyle muhafazakâr belediyecilik yapma tuzağına düşme ihtimali vardır.
Hiç kuşku yok ki merkezi idarenin Türkiye’yi kronik yüksek enflasyona sürüklemesi özellikle büyükşehirlerde yaşayan insanların yaşam kalitesini azaltmışken örneğin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ucuz ve kaliteli yemek sunan Kent Lokantaları açması son derece yararlı bir hamle olmuş, gerçek bir ihtiyacı karşılamıştır. Önümüzdeki dönem, sosyal takviyelerin aciliyetini ve değerini, markalaştıracağı sosyal refah uygulamalarıyla ileriye taşıyacak bir siyasi atılım vaktidir. Büyükşehirde yaşayan insanların barınma masraflarının yüksekliği düşünüldüğünde, Halk Ekmek nasıl ki hane halklarının tüketim sepetindeki temel bir girdinin fiyatını piyasa oyuncularının merhametinden kurtardıysa, tüketim sepetinin en yüklü kalemi olan kira ve aidatlar konusunda da kiracıları piyasanın insafına terk etmeyecek bir belediye müdahalesi üzerinde durulmalıdır. Örneğin hanelere kira desteği sunmakla sonlu kalan bir yaklaşım kent fakirlerine yönelik “ağrı kesici” niteliğinde bir sosyal destek uygulamasıdır ama kiralık belediye konutları üreterek kiraların kontrol altına alınması bütün kentin refahına yönelik bir sosyal refah siyasetidir.
Belediyeleri daha özgür ve daha adil bir Türkiye inşa etmek için gerekli uygulamaların başlatıldığı, ortaya ikna edici örneklerin konduğu bir “demokrasi laboratuvarı” olarak ele almalı ve geliştirmeliyiz. Bunun ismine gelecekte kuracağımız güçlü ve müreffeh demokrasinin uygulamalarının geliştirildiği ve takımlarının yetiştirildiği bir siyaset okuluna dönüştürmek de diyebiliriz.
Ekolojik ve kapsayıcı sosyal belediyecilik
Bu çerçevede artık belediyeciliği, kendi yerel coğrafyasından yalıtılmış, nispeten durağan ve türdeş bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılayacak hizmetleri üretmekle sonlu bir faaliyet olarak göremeyiz. Biz “sosyal belediyecilik” uygulamalarının toplumcu ve yerellik vurgusuna dayanan demokrasi anlayışını, muhafazakâr belediyeciliğin cemaatçi ve merkeziyetçi anlayışına karşı sahipleneceğiz elbette. Ama şunu daima akılda tutmalıyız: Sorunlar küresel veya ulusal dinamiklerden kaynaklansa da her zaman yerelde tecrübelenir. Sorunlar küresel, ama çözüm yereldir. Bu durum bizi örneğin “iklim adaleti” kavramını da en az sosyal adalet kavramı kadar yerel yönetim siyasetinin odağına koymaya yöneltiyor. Bugün önümüzde biriken ve çözüm bekleyen devasa sorunlar, örneğin sıklığı artan ve söndürülemeyen yangınlar, sel felaketleri, kuraklık, ortalama hava sıcaklığındaki artışı gibi sorunların yaratacağı yerel gereksinimlerin karşılanması mevcut dönüşümün ekolojik boyutunu işaret ediyor.
Örneğin, insanların yazın sıcaktan, kışın da soğuktan korunmaları amacıyla mahallelerde iklim evleri kurulabilir. Bu konuda Barselona Belediyesi’nin kent genelinde 350’den fazla kurduğu iklim meskenleri tecrübesi incelenebilir.
Örneğin, belediyeler piyasadaki özel şirketlerden ayrı bir aktör olarak ekolojik, sürdürülebilir enerji siyasetlerini devreye sokan kamu hizmetlerinin taşıyıcılığını üstlenebilir. Hem yeşil enerjiyi teşvik hem de haneleri orta vadede yüklü faturalardan kurtarmak amacıyla binalara ve sitelere güneş paneli kuran, monopolleşmiş piyasa oyuncularına rakip olan bir yaklaşım iklim krizi karşısında sosyal adalet ile iklim adaleti siyasetini yükseltebilir.
Tabii içinde yaşadığımız kentlerin bir başka gerçekliğini toplumsal farklılıkların ve kimlik kümelerinin yerel yönetim seviyesinde ileri sürdüğü temsil, iştirak ve hizmet talepleri oluşturuyor. Bir toplum içerisinde farklı ferdi veya kimliksel özellikler üzerinden ayrışan kümelerin oluşturduğu çeşitlilik doğal görülmeli ve zenginlik olarak kabul edilmelidir. Bugün var olan inanç farklılıkları, dil çeşitliliği veya tarihten gelen kimi kültürel kümeleşmeler bu ülke kurulduğunda da vardı. CHP’li takımlar bu gerçeği görerek ve bilerek, Türkiye’yi üniter bir ulus devlet ve bağımsız bir cumhuriyet formunda kurdu. Devleti her Türk yurttaşının aynı bedelde ve saygınlıkta olmasını sağlayacak “eşit yurttaşlık” unsuru üzerine bina etti. Şimdi bu prensip, yani eşit yurttaşlık bizim belediyecilik atağımızın en temel yol göstericilerinden biri olmalıdır. Ülkeyi yaşam usulleri üzerinden kutuplaştıranlar, insanları kimlik kümeleri üzerinden ayrıştıranlar, belli toplumsal kümeleri terörist ilan edip suçlu durumuna düşürenlerden ayrı olarak biz “eşit yurttaşlık, eşit hizmet” unsurunu öne çıkarıyoruz. Bu unsursa içinden geçtiğimiz dönemecin kapsayıcılık boyutunu işaret ediyor.
Görüldüğü üzere sosyal belediyeciliğin mirasının günümüzün yakıcı meselelerine çözüm üretecek bir yaklaşımla birleştirilmesi yeni belediyecilik atılımının ihtiyaç duyduğu vizyonun temel çerçevesini oluşturmaktadır. Elbette destek ihtiyacı olan beşerlerle dayanışma içinde olmalı, halkın parasını yine halk için harcamalıyız. Bununla birlikte sosyal refah siyasetleri ufkuyla hareket ederek mevcudu aşan işlere imza atmalıyız. Aksi takdirde bağımlılık üreten, yoksulluğu kalıcılaştıran, hatta onu güzelleyip yücelten muhafazakâr belediyecilik anlayışının bir devamcısı olmanın ötesine geçemeyiz. Toplumsal sermayeyi insanlarda yeni yeterlilikler ve yapabilirlikler geliştirme ismine kullanmanın, dayanışmayı ve refahı eşit yurttaşlık unsurunu zedelemeden yapmanın anahtarı sosyal belediyeciliktedir. Günümüz şartlarında bunu geliştirilmiş ve zenginleştirilmiş biçimiyle “kapsayıcı ve ekolojik toplumculuk” anlayışı diye de isimlendirebiliriz. Benim bu anlayışla yönetim edilecek olan belediyelerin, gelecek demokrasimizin vitrini olarak gençlere daima ilham aşılayacağından hiçbir kuşkum yoktur.
Demokratik atılım momentinin eşiğindeyken belediyeleri merkezi hükümet kapısının koçbaşı olarak görmekle oyalanarak gündem belirleme gücünü merkezi iktidara terk edecek vaktimiz de yoktur.
* CHP İstanbul Milletvekili, Sosyal Demokrasi Vakfı kurucusu
Dem Parti: Her Ayın 1’inde Hakkari Belediyesi’nde Olacağız
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.